Bu ülkenin aydın ya da yarı aydın konumundaki insanlarını şu dönemde en çok meşgul eden konulardan biri, ülkemiz ve bulunduğu bölgenin ahvali. Amerika ve İngiltere'nin öncülük ettiği ve kod adı küreselleşme olan emperyal dinamik, son on beş yılda Ortadoğu ve Asya petrollerine odaklanmıştır. Bu sürecin pürüzlerinden biri de ulus devlet niteliğini hâlâ koruyan Türkiye'dir. Burası Türkiye. Konumuz da Türkiye.
Emperyalizmin 21. yüzyıldaki söylemi küreselleşme, en yoz ortaçağ yaklaşımlarını, ülkelerin destabilizasyonunu, büyük toplumsal kıyımları, faşizan müdahaleleri mazur göstermek için seçilmiş bir paradigmadır. Eşyanın doğasına uygun olarak yeni yüzyılda, bu sistem yeni sözcülerini de yaratıverdi. Karl Popper 'in açık toplum-liberal düşünce tezini pragmatizm gübresi ile harmanlayan entelektüeller yeni dünya düzeninin temellerini attılar. Tarihin sonunu müjdeleyen Francis Fukuyama 'dan tutun da medeniyetler çatışmasının asal olduğunu söyleyen Samuel Huntington 'a kadar bilim adamı, felsefeci, düşünür ya da toplumbilimci olduğunu savlayan sahibinin sesi onlarca demagoga göre ideolojiler ömrünü tamamlamıştır ve dolayısıyla ideolojik evrim süreci bitmiştir. Geride kalan mutlak irade, gerçekte sermayenin egemenliğini betimleyen liberal demokrasidir ve bunun da motoru ABD'dir. İdeolojiler sonlandığına göre onların çatışmaları ile süregelen tarihin de sonu gelmiştir.
Bir tarafta bu neosömürgeci anlayışın ideologları kendi sanal gerçekliklerini küresel ölçekte geri kalmış toplumlara empoze ederken diğer yanda emperyalist ülkelerde çokuluslu şirketlerin kuklası konumundaki siyasiler üçüncü dünya ülkelerini içten vurma politikalarını gündeme getirdiler. İki bloklu dönemin bitişi ile evrenin hâkimleri (ABD ve Batı) dikensiz gül bahçesinde üçüncü dünya ülkelerine dönük yeni bir paylaşım konsepti yarattılar. Bu yaklaşımın kod adı "demokratikleştirme" oldu. Orta Asya ve Ortadoğu'da spekülatör Soros tipi sermaye sahibi misyonerler aracılığı ile sivil toplum örgütleri kurduran ABD, bu ülkelerde kendilerine bağlı iktidarlar oluşturmaya başladı. Temel amaç, kendi emellerini müstevlilerin emelleri ile birleştirebilecek onursuz, ilkesiz ve kimliksiz liderler bulup söz konusu ülkelerin kaynaklarını sömürmekten ibarettir. Kırgızistan, Gürcistan,Ukrayna gibi ülkelerde gerçekleşen ve aslında gayta renkli karşıdevrimler olan bu dış kaynaklı sivil darbelere de kadife, pembe ya da turuncu devrimler gibi hümanist çağrışımlar yapan isimler verdiler.
Emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye'yi de kapsayan sömürgeci bir politika. Sovyetler Birliği'nin çöküşü ile birlikte tek süper güç ABD'de iktidarı elinde tutan neocon'lar, bir yanda silah tekellerinin sirkülasyonu için üçüncü dünya ülkelerinde savaş kompozisyonları oluşturmakta, diğer yanda enerji açığını kapatabilmek, bol ve ucuz enerji edinebilmek için Afrika ve Ortadoğu'nun geri kalmış toplumlarına bizzat müdahale etme gereği duymaktadır. Hem de eskiden olduğu gibi CIA aracılığı ile ve gizli olarak değil, yoksul kapılarını çalarak arsızca haraç toplayan mahalle kabadayıları kimliğinde alenen yapmaktadır. Amerika kıtasında ardı ardına patlak veren Brezilya, Peru, Arjantin,Venezüella,Uruguay, Þili, Bolivya, Nikaragua ve Ekvador'daki sol ve antiemperyalist iktidarlara şimdilik sessiz kalan ABD, dikkatini Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya'daki zengin petrol ve maden yataklarına yoğunlaştırmış durumda. İşe, Afganistan ve Irak gibi aşiret düzeninin hüküm sürdüğü kabile toplumlarıyla başlamıştır. Olayın bizi bağlayan yanı ise ABD'nin benzer bir tarifeyi, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarının vârisi, yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki antiemperyalist savaşın muzaffer toplumu Türkiye için de düşünmesidir.
Resmi tarih söylemlerinde pek de vurgulanmayan bir gerçek vardır; 1917 Ekim Devrimi'nin yarattığı Sovyetler Birliği, Sevr'i reddedip kurtuluş savaşımız sırasında tavrını emperyalizmden değil Türkiye'den yana koyarken bu savaşın sonunda imzalanan Lozan Antlaşması'nı stratejik ortağımız (hangi stratejinin ortaklığı ise) ABD imzalamamıştır. ABD'nin tanıdığı yegâne antlaşma Sevr'dir. Sonraki yıllarda ABD tarafından yoksul ülkeler için bir komünizm umacısı yaratılmış ve bu korku ile beslenen toplumlar iliğine kadar sömürülmüştür. Ülkeler bilinçli olarak geri bıraktırılmış, aydınları öldürülmüş ve sosyal uyanışlar gerek askeri gerekse teokratik darbelerle ortadan kaldırılmıştır (Þili'de Salvador Allende 'ye karşı Pinochet 'nin yaptığı darbe ya da Afganistan'daki Taliban rejimi bunun örnekleridir).
Emperyalizm için "ulus devlet" kavramı demir leblebi gibidir. Bu uğurda etnik kavgalara zemin oluşturulur ve ülkelerin haritaları yeniden çizilir. Tito sonrası Yugoslavya bu süreci yaşamıştır.
Günümüz Türkiye sorunsalında da, adına ister Atatürkçülük deyin, ister Kemalizm; henüz onu aşan bir çözüm ülke içinde ortaya konabilmiş değil. Bunun nedeni gayet açıktır. 1923 ile 2006 Türkiye'sinin uluslararası ve siyasi koşulları ve ortamın aktörleri birbirinin aynıdır. IMF'si, Dünya Bankası, liberal ekonomisi, Gladio'su, gerici darbeleri, Yeşil Kuşak Projesi, din bezirgânlığı, etnik milliyetçiliği, soykırım savları, mütareke basını ve Ortadoğu jandarmalığı talepleri ile emperyalizm Türkiye'de belki ayrımına varmadan ulusal bilinci ve Atatürkçü düşünceyi öne çıkarmaktadır.
Kendi düşünce yapınız doğrultusunda Atatürk'ü ve Cumhuriyet değerlerini eleştirebilirsiniz. Yalçın Küçük 'ün deyişiyle Cumhuriyet tarihinin falsifikasyonlarla dolu olduğunu da iddia edebilirsiniz. Ama kurtuluş sürecini ve onun büyük önderini, toplumsal gelişim ve dönüşümün rehberi devrimleri yadsımak mümkün değildir. Roosevelt , Churcill ve De Gaulle de büyük liderlerdi. Ama onlar emperyalizmin, Atatürk ise mazlum bir ulusun lideriydi ve antiemperyalistti. Emperyalizm karşısında iki yüz yıllık Osmanlı teslimiyetçiliğine noktayı koyan onurlu bir insan ve gerçek bir devlet adamıdır.
Eğer toplumsal kurtuluşun temeli ulusal bağımsızlık ise bu kritik süreçte, yirminci yüzyılın en büyük özgürlük savaşını kotaran Atatürk'ü ve Atatürkçü düşünceyi doğru analiz etmeli ve bu temelde ulusal tavrımızı belirlemeliyiz.
Emperyalizmin piyonu olmak, bu ülkenin ve bu tarihin mirasçıları için çok ağır ve kabul edilemez bir konumdur. Bu süreci tersine çevirebilmenin yöntemlerini bulmalı, projelerini üretebilmeliyiz. Artık bizim de ütopyalarımız olabilmeli. Çünkü ozanımız Nâzım Hikmet 'in sözleriyle ifade edersek "Hava kurşun gibi ağır" dır. Bu kurşunu eritmek gerekmektedir.