Bugün bütün dünya bilmekte ve itiraf etmektedir ki, bir ülkenin tam ve gerçek bağımsızlığı coğrafî-siyasal bağımsızlığa ek olarak, hatta ondan da önce ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.
Cumhuriyeti kuran irade (Müdafaa-i Hukuk iradesi), bağımsızlığı ‘istiklal-i tam’ diye tanımlar. İstiklal-i tam, tam bağımsızlık demek.
İstiklal-i tamın, Gazi Mustafa Kemal Cumhuriyeti’nde iki ana dayanağı vardır:
1. Mîsak-ı Millî,
2. Mîsak-ı İktisadî.
Mîsak-i Millî, coğrafî-siyasal bağımsızlığa ilişkin millî andımızdır ki Atatürk bunu 1920’de belirleyip yazmış ve gönderdiği son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde kabul edilmiştir.
Ama Gazi’nin dehası bununla yetinmemiş, bu tek ayaklı bağımsızlığın ikinci ayağını, İzmir İktisat Kongresi’nde, yani savaş daha devam ederken yerine oturtmuştur.
İzmir İktisat Kongresi’nin telaffuz ettiği belki de en muhteşem kavram ‘Mîsak-i İktisadî’ kavramıdır. Ve o kavram hem cumhuriyetin hem de bağımsızlığın ikinci ayağıdır.
Bugünkü Türk siyaseti, Türkiye’yi layıkıyla yönetemediği için, bağımsızlığın o ikinci ayağını kırmış, cumhuriyeti de bağımsızlığı da sonuç olarak halkı da topal bırakmıştır.
Ekonomik bağımsızlık tâbiri aynı zamanda siyasal bağımsızlığı da ifade eder ama siyasal bağımsızlık tâbiri aynı zamanda ekonomik bağımsızlığı ifade etmez. 1854 Paris Kongresi’nde, gayri Müslimlere verdiğimiz haklarla ‘Avrupalı’ olduğumuzu söyleyen Batılılara, Kongre’ye Osmanlı İmparatorluğu adına katılan Âlî Paşa “Biz artık Avrupalı olduk, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bizde de Kapitülasyonlar kalkmalı,” dediğinde bunu kabul etmek bir yana, duymazlıktan gelmiş, müzakere bile etmemişlerdir.
Bağımsızlık meselesinde temel gösterge, ekonomik bağımsızlıktır.
Bu satırların yazarının 1900'lü yılların sonlarına değin Türkiye için tehdit sıralaması hep şu olmuştur: Dincilik (Allah ile aldatma, dinci siyaset, siyaset dinciliği), haram servet (vurgun, soygun, kamu mal ve imkânlarını talan, devleti soyma), terör. Bu sıralamada bugün artık kamu kaynakları talanı (veya haram servet) birinci sıraya oturmuştur.
Emperyalist Batı ve onun içerideki uzantıları, Türkiye'nin sadece irtica veya sadece terörle çökertilmesinin mümkün olmadığını anlamışlardır. Türkiye'nin çökertilmesi, bırakın bunların bir tanesini, ikisiyle bile mümkün olmamıştır. Ama bunlardan birinin veya ikisinin yanına ekonomik yıkımı eklerseniz bu iş bitebilir diye düşünülmüştür.
Ve gerekli ekleme yapılmıştır. Türkiye borç batağına sokulmuş, tarımımız yok edilmiş, işe yarar neyimiz varsa özelleştirme adı altında satılmıştır.
Yıkım noktasına doğru götürülüyoruz.
Önce, 1856 Kırım Muahedesi ile yapıldığı gibi, borçlandırıldık ve IMF denen modern Düyûnu Umumiye komiserliğinin eline teslim edildik. Türkiye, bağımsızlığı tartışılan bir ülke durumuna geldi.
Ekonomimizdeki düşüş tüm hızıyla devam ediyor. Gerçekçilikten ve bilime saygıdan uzaklık zihniyetini ‘hızlandırılmış
ölüm treni’ faciasında 38 kişinin ölümüyle bir kez daha ortaya koyan AKP iktidarı, DİE (Devlet İstatistik Enstitüsü) gibi bir kurumu da gerçekçilikten uzaklaştırmış bulunuyor.
DİE'nin, millî geliri yükselmiş gösteren ve çoğu, sanal stoklara dayandırılan raporlarının hiçbiri gerçeklerle bağdaşmıyor. 2003 yılından beri öne çıkarılan % 5.8'lik büyüme puanının 3 puanı stok artışlarından kaynaklanan sanal bir rakamdır. İktidar meddahlığı yapmayan gerçekçi ekonomistlerin tespitlerine göre ise, 2003’ten beri millî gelir 2000 yılı seviyesinin % 5 altındadır. Sanayideki ücret gelirleri de 2003'te hiçbir artış göstermemiştir.
Hayalî stoklar düşüldüğünde 2003 yılından beri millî gelir artışı 2.7 olmaktadır. Bu rakamın büyük kısmının da özel tüketim artışından ibaret bulunduğunu unutmayalım. Yani bu ‘artış’, Türk Lirası'nın değerlenmesi üzerine büyüyen ithal malı tüketimindeki artışa bağlı, olumsuz ve rakamdan ibaret bir büyümedir.
Gelirler artmadığı için, ithal mala yönelen talep, büyük ölçüde banka kredileriyle karşılanmıştır.
Bizim için altı çizilecek esas sonuç şudur:
Döviz kurundaki büyük düşüşe rağmen 2003 yılından beri iç borç stoku reel olarak % 20, dış borç stoku da ABD doları bazında % 20 artmıştır.
Yani, halk aldatılıyor.
DİE, ne yazık ki, ya bilinçli olarak aldatıcı rakamlar veriyor yahut da ehliyetsiz ellerde gerçek dışı tahminlerde bulunan bir kuruma dönüştürülmüş bulunuyor.
BORCUN GÖTÜRECEĞİ YER
Borçlanmak, en iyi ihtimali esas alsak bile, ülkenin doğal kaynaklarını dışarının ipoteği altına sokar. Bu borçların ödenmesi ve uzatılması adına bir dış malî kontrol sistem ve heyetini söz sahibi yapmak ise iflasa kanat açmaktır.
1920'lerdeki perişan durumumuza rağmen, o günkü TBMM'nin asla kabul etmediği ve kabulünü bağımsızlıktan feragat gibi gördüğü olumsuzluk, işte bu dış malî denetimdir.
IMF, Dünya Bankası, IFC gibi küresel sömürünün öncü kurumlarının cenderesinden mümkün olan en kısa zamanda kurtulmak zorundayız.
IMF ve Dünya Bankası’nın dünya ekonomisine yarardan çok zarar getirdiğini, esas işlevlerinin ekonomiyi düzenlemek değil, bağlı oldukları devletlerin dış politikalarına yardım sağlamak olduğunu, bunların borçlandırma reçetelerinin, uyuşturucu bağımlısına tedavi adı altında biraz daha kokain vermeye benzediğini söyleyenler arasında 2004 yılı Nobel Ekonomi Ödülü sahibi, ABD’li profesör Edward Prescott da vardır.
Bu aldatıcı kurumların cenderesinden kurtulmak için ya millete gidilecektir yahut da dirayetli politikalarla sağlanacak bir itibarla borçlar uzun vadeye yayılacaktır
İçerideki tedbirin esasını; geldiğimiz noktanın ölüm-kalım, bağımsızlık veya tutsaklık noktası olduğunu, bir ekonomik kurtuluş savaşı vermekte olduğumuzu, bunun için de bir büyük seferberliğe muhtaç duruma geldiğimizi samimiyetle ve acı gerçeği öne çıkaran bir dürüstlükle halka anlatmak oluşturmalıdır.
atılması gerekecektir. Bu ‘olağan üstü’ adımların atılması için kamuoyunun ortak onayı kaçınılmazdır. Bu onayı belirlemek için referanduma da gidilebilir.
BİR SEFERBERLİĞE MUHTACIZ
Türkiye artık ondan-bundan ödünç alınmış takma ayaklarla yürüyerek çocuklarının yarınlarını kuramaz. Ödünç alınmış takma ayakları bir kenara atıp kendi ayaklarıyla ve kendi gücüyle yürümelidir. Başka türlü özgür ve bağımsız olamaz.
Bu güç bu millette vardır. Elverir ki, millet bir ölüm-kalım noktasında olduğunu kavrayabilsin ve gücünü kullanmaya karar versin. Bu gücü kullanıp IMF boyunduruğundan bir an önce kurtulmak yerine, IMF ve arkasındaki güçlerin kucağına biraz daha düşmek üzere ha bire borçlanıp kazandığımızı faize ödersek mahvolmamız kaçınılmazdır.
Önümüzdeki günler, dünya kamu oyunca Ortadoğu'yu işgal planı olarak görülen BOP'un hayata geçirilmesinde, borç batağına sokulan Türkiye'nin durumundan yararlanılacağı günler olacaktır. ABD, eğer BOP projesinde kendisine destek vermez isek bizden süratle uzaklaşacaktır. Çünkü artık bize başka ihtiyacı kalmamıştır.
O halde, Türk dış politikasının temel-güncel sorularından biri de şudur: BOP projesine destek verecek miyiz, vermeyecek miyiz? Vereceksek nasıl ve hangi şartlarla, vermeyeceksek niçin ve hangi gerekçelerle?
Türkiye, BOP meselesinde ‘gık’ ettiği anda, 2001 krizinin rakamlarını üçe katlamış bulunan cari işlem açığının eşiğe getirdiği kriz patlatılabilir. Başka bir deyişle, dışarıdan sokulan ve sayesinde sahte ekonomi baharı yaratılan sistem dışı kaynak geri çekilerek yani Türk ekonomisinin damarlarına AKP döneminde şırınga edilen yapay kan boşaltılarak bünye sarsılacaktır.
Dış güçlere teslimiyeti kader yapan bir dinci iktidar böyle bir krizi elbette aşamaz. Yapacağı tek şey, Türkiye'den isteneni vermek olacaktır. Yani bağımsızlıktan önemli bir miktar daha ödün verecektir.
Batı, devlet televizyonlarında birkaç dil konuşulan ‘çok dilli Türkiye’yi yarattı. Kendi insanlarına, ana dilleriyle Tanrı'ya ibadet hakkı, türkü söyleme hakkı vermeyenler, bir gün baktık ki, devlet ekranlarından Kürtçe yayın yapıyorlar.
Korkarız ki, bunun devamı, Türkiye adının tartışmaya açılmasıdır. Malûm odaklar, "Bu topraklarda sadece Türkler mi yaşıyor ki bu ülkenin adı Türkiye?" demeye başlamışlardır.
Kendi sanılarınca ‘herkesi kapsamına alacak yeni bir isim’ teklif edebilecekler.
Siyasal İslam'ın; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni açık veya örtülü biçimde ‘Kâfir TC.’ diye itham eden eski ve yeni kurmaylarına dikkat edin; yıllar ve yıllardır Türk sözcüğünü kullanmamaya özen göstermişlerdir. Teslimiyetçi, taşeron zihniyetlerin Batı'ya mesaj verme yöntemleri içinde en etkilisi budur.