Düşüncelerin nakli olmasaydı bellek de olmazdı. Regis Debray nakil (transmisyon) tekniklerinin evrimini üç döneme ayırır: Yazının icadından matbaaya kadar geçen süreyi kapsayan söz alanı, matbaadan renkli televizyona uzanan grafik alanı ve renkli televizyonu izleyen video alanı...
Bir düşünce binlerce insanı harekete geçirebilen, kitlesel ayaklanmaları ateşleyen bir güç haline nasıl gelebilir? Ya da şöyle soralım: Soyut düşünceler nasıl dünyayı değiştiren ideolojilere dönüşebiliyorlar? Regis Debray'nin kendine has bir dili olan ve düşüncelerin, yazının, görsel sunumların maddi güce dönüşmelerini inceleyen medioloji disiplini bu soruları cevaplandırmaya çalışıyor.
Debray yukarıdaki soruları cevaplandırabilmek için öncelikle düşüncenin, söz ve yazının değişik tarihsel dönemlerde farklı teknolojiler kullanılarak nakledilmesi sorununu ele alıyor. Bilginin ve düşüncenin taşınmasını sağlayan karmaşık ilişki ve ağları inceliyor. Düşüncelerin salt metinler içinde ele alınmasına karşı çıkıyor ve düşüncenin maddeselliğiyle ilgileniyor. Düşünceyi tarihsel süreç bağlamında, daha doğrusu 'epistemoloji olarak tarih'i dikkate alarak inceliyor .
Medioloji ve Semioloji
Medioloji bir anlamda, semiolojinin alternatifi. Debray semiolojinin metnin içine kapanmasını, bütün kültürel fenomenleri göstergeler sistemi içinde kavramasını ve öyle açıklamaya çalışmasını eleştiriyor. Semiolojinin metinselliğine karşı maddeselliği öne çıkarıyor. Bu onun, metin ile metnin dışındaki maddi dünya arasındaki ilişkiyi incelemesini sağlıyor. Örneğin, Madam de Savigné'nin mektuplarına gerçekten nüfuz edebilmek için bu mektupların dışına çıkmak gerektiğini vurgular. Daha açık bir anlatımla, mektupların hangi, tarihsel koşullarda yazıldığının, dönemin Fransa'sında kadınların ne kadar boş zamana sahip olduklarının, hangi sınıftan kadınların boş zamanlarında kendilerini mektup yazarak ifade etme ihtiyacı duyduklarının, bu mektupları muhataplarına ulaştıran posta sisteminin nasıl işlediğinin, mektupları yazmada kullanılan kâğıdın, mürekkep ve tüy kalemin nasıl imal edildiğinin bilinmesi gerektiğini belirtir.
Debray'in maddesellikle ifade etmek istediği düşünceyi nakletmede kullanılan araçlar, teknolojiler, bu amaçla gerçekleştirilen örgütlenme, kurumlaşma, oluşturulan ağlar , nakledilen düşüncenin taraftar bulması, eyleme dönüşmesi. Şu halde, düşüncelerin nakli maddesellik nosyonunun odağında yer alıyor. Nakil olmasaydı bellek de olmazdı. Daha doğrusu, insan 'belleksiz varlık' olurdu.
Debray nakil (transmisyon) tekniklerinin evrimini 'medya alanları' (mediasphere) olarak kavramlaştırdığı üç döneme ayırıyor:
1- Yazının icadından matbaanın icadına kadar geçen süreyi kapsayan
söz alanı (logosphere)
2- Matbaadan renkli televizyonun icadına uzanan grafik alanı (graphosphere)
3- Renkli televizyonu izleyen görsellik dönemini ifade eden video alanı.
Aşağıda özellikle Debray'in söz alanı olarak adlandırdığı dönem ve bu dönemin sonunu duyuran matbaanın kültürün demokratikleşmesine yaptığı katkı üzerinde durmak istiyorum.
Hiç kuşkusuz, yazı sözün yayılmasında, sözün daha fazla taraftar bulmasında, partizan kazanmasında olağanüstü ölçüde etkili oldu. Örneğin, İsa'nin sözlerinin yazıya dökülmesinin Hıristiyanlığın yayılmasındaki muazzam katkısı inkâr edilemez. İsa ile ilgili alegorik öyküler İncil sayesinde hızla yayıldı. Aziz Pavlus mesellerden bir ideoloji yarattı, sözleri harekete dönüştürdü. Bunun olumsuz sonuçları da vardı: İsa'nın düşünceleri İncil'in içinde donduruldu. Yani, kitap düşüncelerin dogma haline gelmesinde de rol oynadı, bu yönüyle kapalı bir dünyanın inşasına vasıta oldu.
Kapalı yapı
Okunması, yorumlanması, anlamlandırılması açısından kitabın düzenlenmesi, düşüncenin kitap içinde belirli bir düzene sokulması eskiden beri çok önemliydi. Burada söz konusu olan bildiğimiz anlamda sayfa düzeni değil; özellikle geç ortaçağda geçerli olan, yüksek skolastiğin mantığını dayatan kapalı bir yapıdır. Kapalıdır; çünkü, başka metinlerin araya girmesini ve okurun daha önce okuduğu metinlerle yeniden temas kurmasını engeller. Ama heretik okumalar bu kapalı dünyayı açtılar. Gutenberg devriminin de bu konuda sağladığı katkı göz ardı edilemez. Kitabın basılması, kitle için çoğaltılması, Kilise'ye meydan okuyan ve bu nedenle de önceleri sapkınlık olarak kabul edilen protestanlık başta olmak üzere bütün heretik akımların, mesihçi düşüncelerin yayılmasında ve güçlenmesinde
önemli rol oynadı. Mistik-politik risalelerin dolaşımını, yayılmasını sağladı; özellikle 1640'larda İngiltere'de devrim döneminde, bu açıdan zengin bir yeraltı yayıncılığı gelişti.
Ancak unutulmamalı: Yukarıda sözünü ettiğim kapalılık İncil ve diğer tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarıyla sınırlı kalmadı. Modern çağda da kitap bir anlamda fetiş, Debray'in deyişiyle 'sembolik obje' haline geldi. Kitaplar giderek nüfuz edilemez oldular. Düşünceler kitapların içinde taşlaştı, kalıplaştı. Seküler eğitim sisteminin ders kitaplarında da belirli bir anlamayı dayatan düzenleme söz konusudur. Kilise gibi okullar da geleneksel değerleri yaşatan ve yeniden üreten bir okumayı 'meşru okuma' saymış, bu okumanın dışındakileri zımni olarak yasaklamıştır. Kısacası, hem kilise, hem de seküler eğitim veren okullar, düşünceyi normalleştiriyor, normatif hale getiriyor, kaideler toplamına indirgiyorlardı. Ama buna direnen, meşru okumayı ihlal edenler de her zaman oldu. Akademilerde yerleşik okuma ile yeni okuma, ortodokslar ve heretikler arasında çatışma hep sürdü.
Elyazmasından baskıya
Elyazması kitaptan basılı kitaba geçiş kültürel bir pratik olarak okumayı yaygınlaştırdı. Sıradan insanlara da okuma imkânı verdi ve sonuçta kültür demokratikleşti. Ezilenler kültürlerini maddeselleştirdiler, kendi literatürlerini yarattılar. Kendi gazetelerini, politik risalelerini yayımladılar. Raymond Williams'ın, Samuel Raphael'in, özellikle de E.P.Thompson'ın tarihsel gelişimini inceledikleri pleblerin kamusal alanı böyle doğdu.
Debray, bir başka ilginç gelişmeye dikkat çeker ve 1860'da daha çok sayıda gazete basılmasını mümkün kılan devirli (dönen) baskı makinesinin icadıyla 1864'de Birinci Enternasyonal'in kurulması arasında bir ilişki bulunduğunu ileri sürer. Debray'e göre bu dört yıllık süre içinde işçi sınıfı çok sayıda gazete ve dergi yayımlamış, sınıfın literatürü zenginleşmiş, işçi kütüphaneleri ve okuma odaları kurulmuş ve bütün bunlar sonuçta işçi sınıfının örgütlü mücadelesine ivme kazandırmıştı.
İşçi sınıfının çalışma saatleri dışında yoğun biçimde kültürel faaliyette, kültürel üretimde bulunmasını, kendi entelektüellerini yetiştirmesini sağlamıştır bu gelişmeler. Jacques Ranciere Proleterlerin Gecesi başlıklı kitabında on dokuzuncu yüzyıl Fransa'sında işçi sınıfının kendi içinden çıkardığı 'proleter filozoflar'dan söz eder. Ranciere'e göre gündüz fabrikada geçen yorucu çalışmanın dışında geceleri felsefe kitapları okuyan, şiir yazan, politik risaleler kaleme alan, bir araya gelerek felsefi tartışmalar yapan proleter filozoflar siyasal özgürleşme için entelektüel özgürleşmenin gerekli olduğunu kavramıştı. Gece,
özgürleştirici bilginin âşıklarına aitti.