ERZURUM Kongresi’nin arefesinde elimizde Türkiye’yi dört bir taraftan işgal etmekte olan yabancı güçlerle savaşacak ne bir askeri güce, ne de millet adına böyle bir mücadeleyi sürdürecek sivil bir organizasyona sahiptik. Bu şartlar altında Atatürk Erzurum Kongresi’nde Misak-ı Milli’yi ilan etti. 1920’de BMM’nin ve ona bağlı milli ordunun kuruluşuyla devam edecek olan milli mücadele daha ilk günden kurmak istediği bağımsız devletin sınırlarını takribi bir şekilde ortaya koyuyordu.
Müdafanın hattı ve sathı
1921 yılının ikinci yarısının başındaki Yunan saldırısı Türk savunmasını Kütahya-Aslantaş’ta bozulmasına ve Eskişehir’in düşmesine yol açmıştı. Atatürk ve Mareşal Çakmak gayet acil ve enerjik bir tutumla Mihalıççık kırlarında dağınık bir durumda olan orduyu Sakarya Nehri’nin yaptığı dirseğin doğusuna çektiler. Yeni savunma hattı Haymana-Polatlı arasında oluşuyordu. Türk Ordusu, Yunan saldırısını bu savunma hattında göğüsleyecekti. Bu savunma hattında da tutunamama ihtimali vardı. Tam bu noktada Atatürk çok ünlü, “Hatt-ı müdaafa yoktur, sath-ı müdafa vardır; o da bütün vatandır” sözünü söyledi. Vatanın her köşesi milletin son ferdi kalıncaya kadar savunulacaktı. Yılgınlık yok; görev ve kararlılık vardı.
Yirmi iki gün yirmi iki gece devam eden kanlı Sakarya Meydan Muharebesi Yunanlıların başarısız olup geri çekilmesiyle sonuçlanmıştı. Savunma hattı korunmuş ve sıra mukabil taarruza gelmişti. 26 Ağustos 1922’de başlatılan ve 30 Ağustos’ta kesin bir zaferle biten Büyük Taarruz’un sonucunda Misak-ı Milli sınırlarına kısmen ulaşılabilmişti. Misak-ı Milli’de ilan edilen sınırların önemli bir bölümü daha sonra kuruluşu Lozan’da tanınan yeni ve bağımsız Türk Devleti’nin sınırları oluyordu. O gün bugündür o sınırlar bizim için Hatt-ı Müdafa’dır. Bir daha Sath-ı Müdafa şartlarını dönülmemesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, TBMM’nin, hükümetlerin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türk milletine karşı vazgeçilmez görevi, taahhüdü ve borcudur.
Sınırlarımızın ötesi
Hedefİmİz bellidir. Bu sınırların ne ileriye gitmesine talibiz ne de gerilemesine rıza gösteririz. Bunun için de bütün dikkatimizi milli sınırlarımızın çok ilerilerine kadar geniş bir coğrafyaya çevirmemiz gerekmektedir. Zira milli güvenliğimiz ve milli çıkarlarımız milli sınırlarımızın çok ilerilerinde bile devam etmektedir. Bunun içindir ki ilgimizi sınırlarımızın çok ötesine kaydırmamız ve buradaki gelişmeleri güvenliğimiz ve çıkarlarımız istikametinde yönlendirmemiz gerekmektedir. Bu Türkiye’nin dış politikasının 1989’un ikinci yarısında eski Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte hayati hedefi haline gelmiştir. Bugüne kadar bunun gerekleri yerine getirilemedi. En başta da 1990 Ağustos’undan itibaren Irak’ta ve 2002’den sonra Kıbrs’ta yerine getirilememiştir. Balkanlarda, Doğu Avrupa’da, Kafkaslar’da ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinde bazı cılız girişimlerde bulunulsa da hiçbir ciddi sonuç alınamadı. Sınırlarımız bizim hukuki anlamdaki Sath-ı Müdafamızdır. Þimdi bunun ötesindeki stratejik Sath-ı Müdafamıza bir bakalım.
20. asrın başlarında nerelerle ilgiliysek
OsmanlI İmparatorluğu çöküş halinde bile güvenlik ve çıkarlarımızla Cebeli Tarık’tan Basra’ya, Basra’dan Orta Asya ve Afganistan’a ve Kafkaslar’a kadar hatta Hindistan ve Japonya’ya kadar olan çok geniş bir alanda çok yakından ilgilenmiş ve etkili bir şekilde bunları takip etmeye çalışmıştır. Bu hususta Abdülhamit’in, İttihat ve Terakki’nin, Teşkilat-ı Mahsusa’nın yaptıkları milletimizin bir taraftan direnme ve dayanma gücünün, diğer taraftan da devletimizin stratejik ufuklarının derinliğini ve her ikisinden oluşan milli kararlılığımızı bugünlere örnek olacak bir şekilde aksettirmektedir. Bugün için güvenlik ve çıkarlarımız açısından ilgilenmemiz gereken ve burada cereyan eden olaylar içerisinde yer alıp kendi adımıza yönlendirmemiz gereken bugünkü alanla yirminci yüzyılın başındaki ilgi alanımız birbirleriyle birebir örtüşmektedir.