HEPAR - DENİZLİ Anadolu Kartalları Çalışma Grubu Benim İçin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP). Eşbaşkanının Damat Ferit'ten Hiçbir Farkı Yoktur.... KemalistKartal |
|
| Şanlı TÜRK Tarihi | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Şanlı TÜRK Tarihi Ptsi Kas. 17, 2008 5:03 pm | |
| Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur. M. Kemal Atatürk
Devletimizin ve milletimizin adı olarak, asırlardan beri kullandığımız TÜRK kelimesi, kendi kaynaklarımızda ilk defa, en eski metinlerimiz olan Göktürk bengü taşlarında, taşa kazılmış olarak geçmektedir. Okunma: 157 | Tarih: 19 Ocak 2008, 01:56:53 TÜRK ADI
Devletimizin ve milletimizin adı olarak, asırlardan beri kullandığımız TÜRK kelimesi, kendi kaynaklarımızda ilk defa, en eski metinlerimiz olan Göktürk bengü taşlarında, taşa kazılmış olarak geçmektedir. Göktürk Bengü kitabelerinde taşa kazılmış olarak geçen TÜRÜK (TÜRK) kelimesini,daha sonraları kağıda yazılı Göktürk ve Uygur belgelerinde görmekteyiz.
'' Türük bodun atı küsi yok bolmazun (tiyin özümin ol kök Tengri) Kagan oluridi erinç'' ** '' Türk milletinin adı-sanı yok olmasın diye beni, O Gök Tanrı, kağanlık tahtına oturtmuştur.'' -( Bilge Kağan Bengü Taşı'ndan ''Türük'' kelimesinin geçtiği bir bölüm..)
Türk kelimesi Köl Tigin, Bilge Kağan ve Moyun-Çor yazıtlarında Türük olarak geçerken bugünkü kullandığımız şeklini Tonyukuk, Ongin ve Köl-İç-Çor yazıtlarında görebiliriz.
'' Bilge Tonyukuk ben. Özüm Tabgaç ilinge kılındım. Türk bodun Tabgaçka körür erti. Türk bodun kanın bulmayın Tabgaçda adrıldı. Kanlandı.''
** '' Ben bilge Tonyukuk'um. Ben Çin'de doğdum. ( Ben doğduğum zaman) Türk Milleti Çin'in esareti altında idi. Türk Milleti, kendisine bir han seçmeden Çin hakimiyetinden kurtuldu. Kendisine, daha sonra, bir kağan seçti.'' ( Bilge Tonyukuk Bengü Yazıtı'nın İlk Satırları)
Ayrıca Türk kelimesi Göktürk, Uygur ve Karahanlı metinlerinde sıfat olarakta kullanılmış; ''güçlü,kuvvetli,güç,kuvvet,kudret,olgunluk'' anlamlarında kullanılmıştır.
Uygur metinlerinde Türk kelimesi, umumiyetle kendisinden önce aynı manaya gelen ERK kelimesiyle birlikte ERK TÜRK şeklinde de geçer..
Türk Kelimesi, Türklere komşu kavimler tarafından kendi dillerinde çeşitli şekillerde kullanılmıştır.Türk kavmine;
-Çinliler - Tu-ki-yu, -Tibetliler - Du-rug-gu -Hintliler - Turukha ve ya Turuşka -Macarlar - Török -Ruslar - Tork ve Torki
Kaynak; Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları - Osman Fikri Sertkaya...
TÜRKLERİN ANAYURDU
Türklerin Tarih sahnesine ilk çıktıkları bölge, yani Türklerin ana yurdu üzerine çeşitli görüşler vardır. Maddî kültür unsurları, dil hususiyetleri ya da tarihî realite bakımından konuyu değerlendiren bilim adamları, Orta Asya'daki çeşitli kültür çevrelerini Türklerin ana yurdu olarak kabul ederler. Esas itibariyle, bu yöndeki ilk çalışmalar batılı bilim adamları tarafından ortaya konmuştur. Gerçekte XIX. yüzyıl sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında başlatılan araştırmalarla, batı kendi tarihinin köklerini aramaya koyulmuş, fakat neticede, hiç hesaba katmadıkları bir milletin yani Türklerin, kendilerine has kültür ve medeniyetleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu gerçek karşısında, batılı bilim adamları yoğun çalışmalarda bulunmuşlar ve Türklerin tarih sahnesine çıktıkları yer ve zaman hususunda çeşitli nazariyeler sunmuşlardır. J. Klaproth (1824), J. Von Hammer (1832), W. Schott (1836), M.A. Castren (1856), A. Vambery (1885) ve E. Oberhummer (1912) gibi ilk âlimler Altaylar ve çevresini Türklerin ana yurdu olarak gösterirken, W. Koppers (1937), W. Radloff (1891), G.J. Ramstedt (1928), L.Ligeti (1940) ve K.H. Menges (1968) gibi dilci ve tarihçiler Altaylar'ın doğusu ve Kadırgan Dağlarına kadar olan bölgelerde Türk ana yurdunu aramışlardır ve bu görüşü ünlü Türkolog Barthold da desteklemektedir.
J. Strzygowsky (1935), O. Menghin (1937), İ. Zichy gibi sanat ve kültür tarihçileri ise Altaylardan Urallar'a kadar uzanan sahaya sıcak bakmışlardır1. Bu görüşleri değerlendirerek ana yurdun coğrafî sınırlarını tespit etmek mümkündür. Ancak araştırmalarda belirtilen ve arkeolojik bulguların yer aldığı daha belirli ve dar bir bölgeyi ana yurt olarak tespit etmek ve kabullenmek hem zor hem de sakıncalıdır. Çünkü dinamik ve hareketli bir kavim olan Türkler, en eski devirlerden itibaren geniş bir alana yayılmışlar ve kültürlerini buralara götürmüşlerdir. Atı ehlileştirerek âdeta onunla bütünleşen Türkler, konar-göçer yaşantılarını bozkır coğrafyasında hâkim kılmıştır. Bu sebeple daha geniş çerçevede düşünülecek olursa, Türklerin ana yurdu Orta Asya bozkırlarıdır, Orta Asya'nın sınırları doğuda Baykal gölünden Batıda Hazar ve Ural dağlarına; kuzeyde Sibirya bozkırlarından güneyde Tanrı dağları ve Gobi çölüne uzanmaktadır. Bu coğrafyanın, bütün dünya tarafından kabul edilmiş siyasî adı ise Türkistan'dır. Türkistan'da Konar göçer bozkır medeniyetinin M.Ö. devirlere giden pek çok kültür çevresi yer alır. Sovyet İmparatorluğu'nun dağılmasıyla istiklâllerini kazanan Türkistan'daki Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarına ait topraklarda yapılacak incelemeler Türklerin tarih sahnesine çıkışlarına dair yeni belge ve bulguları, elbette ki, gün yüzüne çıkaracaktır. Dolayısıyla Türk ana yurdunu Orta Asya'da dar bir bölgeye sıkıştırmak hem tarih ve kültür birliğini muhafaza etmek hem de ilmî gerçekler açısından doğru değildir. Nitekim aşağıda gösterilen Türk kültür çevrelerinin zenginliği de buna delâlet eder.
Ana yurtta yer alan ilk kültür çevreleri: Arkeolojik kazılar ve araştırmalar Orta Asya medeniyetinin M.Ö. V. bine kadar uzandığını göstermektedir. Batı Türkistan'da, bugünkü Aşkabat çevresinde yapılan kazılarda, M.Ö.V. bine ulaşan yerleşme merkezleri bulunmuştur. Anav kültürü olarak bilinen bu medeniyetin kimlere ait olduğu kesinlik kazanmamış ise de Türklerin bu bölgedeki varlıklarının ilk izlerini yansıtabileceği düşünülen ipuçlarını vermesi açısından Anav önemli bir merkezdir . Proto-Türklere ait olduğu hemen hemen aşikar olan ilk kültür çevresi Altay-Sayan dağlarının kuzey batısında yer almaktadır. M.Ö. III. bin başlarına ait bu eski kültüre Afanasyevo kültürü denilmektedir. Bu kültürün en büyük özelliği Türk sosyal hayatının ilk örneğini yansıtmasıdır. Bu kültürde atın ehlileştirildiği ve koyun beslendiği görülmektedir. Ayrıca toprak kaplar, bakır ve tunçtan yapılmış çeşitli silâh ve süs eşyaları da bulunmuştur.
Bu kültürün devamı olan Andronovo kültürü ise Altaylardan, Ural dağları-Aral gölü çevresine kadar yayılmıştır. (M.Ö.1700-1200). Bu kültürde tunçtan ve altından eşya yapımının geliştiği bilinmektedir. Andronovo kültürü özelliklerini yansıtan diğer bir kültür ise Yenisey-İrtiş çevresinde yer alan Karasuk kültürüdür (M. Ö.1300-800). Tuva ve Abakan bozkırları ile Baykal gölü havzasında bulunan hayvan figürlü kaplar ve silâhlar bu kültürlerde benzerlik gösterir. Karasuk kültürünün en büyük özelliği demirin işlenip, silâh yapımında kullanıldığı ilk kültür olmasıdır. Bu kültür çevresinde insanlar keçe çadırlarda yaşayıp, tekerlekli arabalar kullanıyorlardı. Minusinsk ve Abakan bölgesinden Altaylara uzanan bölgede Tagar kültürü olarak bilinen ve M.Ö.700'e tarihlenen buluntularda demir işçiliğinin nadir örnekleri yer almaktaydı. Ayrıca M.Ö. 3.yüzyıla ait, Orhun ve Selenga boylarına değin uzanan Pazırık kültürü, binlerce yıllık Türk kültürünün Hun çağına nasıl ulaştığını gösterir. Bütün bu buluntular Türk coğrafyasının tabiî sınırlarını tespit etmek açısından da büyük bir öneme sahiptir. Orta Asya'daki Türk kültür çevrelerinde, kurganlarda bulunan bazı eşyalar, Türklerin çok eski zamanlardan beri konar göçer hayata has bir kültür geliştirdiklerini aşikâr kılar. Av ve savaş aletleri, demir ve deriden çeşitli eşyalar ve at ile kurt ağırlıklı hayvan figürlü kaplar, bu yaşayışın temel hususiyetlerini bizlere gösterir. Nitekim Türklere ait menşe efsaneleri ve Ergenekon Destanı gibi mitolojik olaylarda da bu motifler ön plândadır. Dolayısıyla, maddî buluntular ve Türk mitolojisi, Türklerin tarih sahnesine çıktığı yer ve zaman hususunda tamamen uygunluk arz etmektedir. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Büyük Hun İmparatorluğu -M.Ö. 4 asır-M.Ö.46- Ptsi Kas. 17, 2008 5:06 pm | |
| Büyük Hun İmparatorluğu Hiung-nu (Hun) adına ilk olarak M.Ö. 318 yılında Çin ile yapılan Kuzey Şansi Savaşı'nda ve bunun sonucunda yapılan anlaşmada rastlanmaktadır. Hiung-nular günümüzün Moğolistan bölgesinde; Çin'in kuzeybatısında yaşamlarını sürdürmekteydiler.Bilinen ilk imparatorları Teoman(Tuman)'dır. En büyük imparatorları Mete Kağan (Oğuz Kağan)'dır. Çinliler önüne geçemedikleri Hunlarin saldırıları ardından "Büyük Çin Duvarı" (Çin Seddi)'ni inşa etmek zorunda kalmıştır. (M.Ö. 214) Bu yapı günümüzde halen bir dünya harikası olarak kabul edilmektedir. Ming Hanedanı döneminde de yenilenen büyük duvarın birçok kısmı sağlamlığı ile günümüzde hala ayakta kalmıştır.En parlak dönemini Mete Kağan zamanında yaşamıştır. Mete Kağan orduyu onluk, yüzlük (Bölük), binlik ve onbinlik (Tümen) birimlere ayırmıştır. Bu sistem günümüzde de uygulanmaktadır. Öyle ki Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak (M.Ö. 209) Mete Kağan’ın tahta çıkış tarihi kullanılmaktadır. Bozkırların İmparatorluğu Kuruluşu hakkında kesin bilgiler yoktur. M. Ö. 220 yılında Teoman tarafından kurulduğu kabul edilir. Teomandan sonra devleti büyük bir imparatorluk haline getiren Mete Kağan (Mo-dun)'dır. Hun, Türk ve Moğol boylarını bir çatı altında toplayan Mete, İpek yoluna egemen olmak için Çin ile savaşmıştır. M.Ö. 200 yıllarında Çin'i yenilgiye uğratarak vergiye bağlamıştır. M.Ö. 187 yılında Çin İmparatorluk ordusunu, ki başında Ka-o-ti bulunmaktadır, Pa-i-Teng seferinde 10 bin kişilik disiplinli ve düzenli ordusuyla yenilgiye uğratmıştır. Bu çin ordusunun sayısının bazı kaynaklarda 200 bin bazı kaynaklarda ise 35 Tümen yani 350 bin olduğu yazmaktadır. Mete Kağan devrinde Sibirya, Çin Denizi, Japon denizi ve Hazar Denizi arasında kalan tüm topraklara hakim olunmuştur. Metenin Çin'i topraklarına bağlamayıp, vergi almak suretiyle yönetmesi sebebi, Çin yerleşik hayatı ve siyasi etkisinden uzak durma olarak yorumlanır. Bunun yanında Çin'in kalabalık nüfusu altında Hunluk özelliklerini kaybetmek istememiştir. Metenin ölümünden sonra bir süre daha gücünü koruyan devlet, Çinli prenseslerle evlenme geleneği ile Çinli prenseslerin casusluk faaliyetleri, Hun boyları arasındaki iktidar kavgaları, Çinin İpek yolu üzerinde gittikçe siyasi nüfuzunu arttırması gibi nedenlerle M.Ö. 46 yılında Hunlar Doğu Hunları ve Batı Hunları olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu ikiye ayrılışın nedenlerinden birisi de Büyük Hun Devleti'nin başında bulunan Ho-han-ye' nin ekonomik sıkıntıları da neden göstererek Çin egemenliğine girmek istemesidir ki, bu düşünceyi kardeşi Çiçi, "atalarına saygısızlık" olarak kabul edip esaret altına girmeyi reddetmiştir. BÜYÜK HUN DEVLETİ HÜKÜMDARLARI: (M-Ö 220 / M-S 216 ) 1-TEOMAN (TUMAN) (M-Ö 220 / 209) 2-METE HAN (M-Ö 209 / 174) 3-KİYOK (Kİ-OK) (M-Ö 174 / 160) 4-CHÜN-CHEN (M-Ö 160 / 126) 5-İLÇİHİSE YABGU (M-Ö 126 / 114) 6-UVEY YABGU (M-Ö 114 / 105) 7-WU-ŞİH-LU-ERH YABGU (M-Ö 105 / 102) 8-ÇU-Lİ-HU YABGU (M-Ö 102 / 101) 9-ÇU-Tİ-HU YABGU (M-Ö 101 / 96) 10-HULUGU (M-Ö 96 / 85) 11-KHUANDİ (M-Ö 85 / 68) 12-KHUYLUY (M-Ö 68 / 60) 13-UVEN GÜYDİ (M-Ö 60 / 58) 14-KHUKHASİE (M-Ö 58 / 56) 15-ÇİÇİ (M-Ö 56 / 46) 16-HO-HAN-YEH (M-Ö 46 / 31) 17-JOTİ YABGU (M-Ö 31 / 20) 18-SEUSE (M-Ö 20 / 12) 19-ÇEYA (M-Ö 12 / 20-ÜÇJOLU (M-Ö 8 / M-S 13) 21-ULUYJOTİ (13-18) 22-ŞİKAO (18-48) 23-VUTATİHO (46-46) 24-PANU YABGU (46-83) 25-SANMULDUTZU (83-84) 26-YULİU (84-89) 27-YUÇUKİEN (89-93) 28-ANKUO (93-94) 29-TİNGTOŞİ (94-98) 30-VANŞİÇİ (94-124) 31-VUÇİHU (124-127) 32-TEJOŞİ (127-140) 33-CENİEU (140-143) 34-HULANJOŞİ (140-147) 35-İLİNGŞİ (147-172) 36-TOTEJOŞİ (172-177) 37-HUÇİNG YABGU (177-179) 38-KİANGKİU (179-188) 39-TEÇİŞİ (188-195) 40-HUÇUTSİUEN (195-216) Büyük Hunların Türk ve Dünya Tarihine Katkıları * Ordu örgütlenmesinde 10'luk sistem Mete döneminde oluşturulumuş ve günümüze kadar gelmiştir. Batı uygarlıkları bu sistemi Türkler'den almıştır. * Hun akınlarına karşı tarihi Çin seddi yapılmıştır. * Kavimler Göçünün başlamasında Hun devletinin yıkılışı ilk etkendir. * Diğer Türk devletlerine intikal eden olumsuz miras ise parçalanma ve iktidar için mücadele eden Türk boyları genetiğidir. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Batı ve Doğu Hun İmparatorlukları Ptsi Kas. 17, 2008 5:07 pm | |
| Batı ve Doğu Hun İmparatorlukları M.Ö. 46 yılında Hunlar Doğu Hunları ve Batı Hunları olmak üzere ikiye ayrıldı.
Doğu ve Batı Hun İmparatorlukları
M.Ö. 46 yılında Hunlar Doğu Hunları ve Batı Hunları olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu ikiye ayrılışın nedenlerinden birisi de Büyük Hun Devleti'nin başında bulunan Ho-han-ye' nin ekonomik sıkıntıları da neden göstererek Çin egemenliğine girmek istemesidir ki, bu düşünceyi kardeşi Çiçi, "atalarına saygısızlık" olarak kabul edip esaret altına girmeyi reddetmiştir.
Batı Hunları Çiçi yönetiminde Talas'ın batısına egemen oldular. Akhunların ve Avrupa Hunlarının kurulmasında etkin rol oynadılar. Batı Hunluları'nın başında bulunan Çiçi'nin Çin'e karşı verdiği mücadelede kısa bir süre sonra başarısız olduğu görülmüştür. Zira Çiçi, Çin ile mücadelede eski Hun savaş taktiklerini bırakarak bir şehir kurup burayı kale haline getirerek savunma savaşı yapmayı yeğlemiştir. Bu kendisinin birinci hatasıdır. Yenilgisinde etkili olan diğer hata ise emri altında bulunan askerlere çok sert davranmasıdır.
Doğu Hunları Ho-Han-ye yönetiminde Talas'ın doğusunda M.S 48 yılına kadar hüküm sürdü. Çin'in siyasi hareketleri sonucu, M.S. 48 yılında Güney ve Kuzey Hunları olmak üzere ikiye ayrıldı. Kuzey hunları hakan Pi yönetiminde Moğol ve Sibirya stepleri çevresinde 156 yılına kadar devam etti. Güney Hunları Panhu yönetiminde Uygur havzasında ve Çine yakın bölgelerde 216 yılına kadar devam etti.
Doğu Hunlarının kuzey ve güney olarak ikiye ayrılmasının sebebi; Panhu yönetimindeki Türkler'in Çin'in siyasi üstünlüğünü kabul etmesine rağmen, yeğeni Pi yönetimindeki kuzey Türklerin'in Çin üstünlüğünü kabul etmeyişidir. (Güney Hunları: Batı Hun İmparatorluğu)
Güney Hunlarının yıkılması sonunda Çin siyasi egemenliği çerçevesinde Çin ülkesine tampon maksatlı birçok küçük Hun devleti kurulmuştur. Bu Hun devletleri Göktürk siyasi üstünlüğüne kadar devam etmiştir. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Kuzey ve Güney Hun İmparatorlukları Ptsi Kas. 17, 2008 5:08 pm | |
| Kuzey Hun İmparatorluğu
Ho-Han-ye yönetimindeki Doğu Hun İmparatorluğu'nun tekrar parçalanmasında Kuzey topraklarını idare eden devlettir.
Ho-Han-Ye'nin ölümünden sonra Doğu Hunları Panhu ve yeğeni Pi'nin taht kavgasına sahne oldu. M.S. 48 yılında Doğu Hunları; Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmıştır. Kuzey Hunlarını Pi, Güney Hunlarını Pan-hu yönetmiştir. Güney Hunları yani Panhu'nun yönettiği bu ülke Türk literatürüne Batı Hun İmparatorluğu olarak geçmiştir. Çin egemenliği gölgesinde yönetilen bu imparatorluk Talas'ın doğusunda Çin'e kadar olan topraklara egemendi.
Kuzey Hun Devleti bugünkü Moğolistan, Baykal gölü ve çevresinde bağımsız yaşamış bir Türk devletidir.
Güney Hunları Çin üstünlüğünü kabul ettiği halde; Kuzey Hunları bağımsız yaşama taraftarıydı. Çinliler Güney Hunları kışkırtarak Kuzey hunları yıprattılar. Doğudan gelen Moğol kabileleri tarafından da tamamen yıkıldı.
Çin, M.S. 216 yılında da Güney Hunlarını (Batı Hun İmaparatorluğu)'nu tamamen yok etti.Batı hunları (Güney hunlar) kendilerine ait bir toprak bulamayınca dağıldılar. Baykal gölü çevresine çekildiler.
Güney (Batı) Hun İmparatorluğu
Güney Hunları yani Panhu'nun yönettiği bu ülke Türk literatürüne Batı Hun İmparatorluğu olarak geçmiştir. Çin egemenliği gölgesinde yönetilen bu imparatorluk Talas'ın doğusunda Çin'e kadar olan topraklara egemendi.
Bugünkü Moğolistan, Kuzey Çin ve Doğu Türkistan'ı kapsar.
Panhu yönetimindeki Batı Hun İmparatorluğu yıkılmasıyla halefleri gittikçe Çinlileşen küçük Türk devletleri kurmuşlardır. Türk Tarih literatüründe bunlar "Hun ardılları" olarak adlandırılır. Bunlar;
Birinci Chao Hun Devleti (304-329) İkinci Chao Hun Devleti (328-352) Hsia Hun Devleti (407-431) Kuzey Liang Hun Devleti (401-439) Lov-lan Hun Devleti (442-460) | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Saka (İskit) Devleti Ptsi Kas. 17, 2008 5:11 pm | |
| Saka (İskit) Devleti Tarihin ilk dönemlerinin en büyük imparatorluğunu kurmuş olan İskitler ve Sakalar Atatürk'ün de haklı olarak belirttiği gibi Avrupa'ya gelen ve ilk Avrupa devletini kuran Türklerdir İskit Saka İmparatorluğu
Batılıların Türkleri Avrupa'dan atma girişimleri karşısında Türklerin Avrupa'nın eski halkları içinde yer aldığını göstermek üzere Atatürk'ün ilk incelettiği eski Türk devletleri içinde İskitler ön sırada yer almaktadır. Tarihin ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve Orta-Asya'dan hareketle Avrupa'ya gelen ve burada yaygın bir imparatorluk kuran İskitlerin Türk kökenli olduğu konusunda birçok tarih kaynağı birleşmektedir. Tarihin ilk dönemlerinin en büyük imparatorluğunu kurmuş olan İskitler ve Sakalar Atatürk'ün de haklı olarak belirttiği gibi Avrupa'ya gelen ve ilk Avrupa devletini kuran Türklerdir.
İskitler, M.Ö.VII yüzyılda Avrupa ile Asya'nın batı kesiminde, Tuna ile Volga ırmakları arasındaki bölgede yaşamış bir Orta Asya kavmidir. Karadeniz'in kuzey kısımlarında daha önceleri yaşayan Kimmerler Türkistan ve Batı Sibirya'dan gelen İskitler tarafından dağıtılmışlar ve Güney Rusya bozkırlarının dışına sürülmüşlerdir. Yunanlılar tarafından İskit (Skuthoi), İranlılar tarafından "Saka" adı ile anılan bu kavim Hintlilerce "Caka" diye biliniyordu. İskitler kendi bölgelerinde zamanlarının en ileri uygarlığını kurmuş olmalarına karşın, sonraları çeşitli nedenlerle imparatorluk dağılmış ve halk başka ülkelere göç etmiştir. Ünlü tarihçi Herodot, İskit adının Karadeniz'in kuzeyinde yaşayan yerli halkın kullandığı "Skolot" ya da "Oskolot" sözcüğünden geldiğini ileri sürmektedir. Eski dönem coğrafyasında Karadeniz'in kuzey bölgesine İskitya adı verilmektedir. Bu bölgenin mi kavime, yoksa kavimin mi bu bölgeye adını verdiği tarihçiler arasında tartışma konusudur. Ayrıca İskit adını bu kavimin mi kendisine verdiği, yoksa bu kavim hakkında bilgilerin merkezi olan Yunan kaynaklarının sahibi olan Grek tarihçilerinin mi bu adı taktığı da tartışmalı konular arasındadır.
İranlılarla beraber Türklerin de Sakalar diye andığı bu kavimin ilk yurtlarının Tanrı Dağları, Fergana ve Kaşgar bölgesi olduğu benimsenmektedir. Sakaların ilk boyları M.Ö.VIII yüzyılda bu bölgeden batıya göç etmişlerdir. Bu göç edenlerden bir grubun Aral gölü dolayında, Seyhun nehri ağzı çevresinde yerleştikleri, diğer bir grubun ise Hazar Denizi'nin kuzeyinden geçerek Güney Rusya'ya gittikleri ve o tarihlerde o bölgede yaşamakta olan Kimmerleri Kafkasya'nın güneyine, Ön Asya'ya doğru göçe zorlayarak yerlerini aldıkları kesin olarak bilinmektedir. İskitlerin konuştukları dil ile İran dili arasında bazı benzerlikler olması nedeniyle tarihçilerin bir kısmı da İskitleri İran asıllı olarak benimsemek eğilimindedir. Diller arasındaki benzerliklere bakarak bir kavimin kökeni hakkında karar vermek son derece hatalı bir tutumdur. Bugün Türkçe'de yaşayan Arapça ve Farsça sözcüklere bakarak Türklerin Arap veya Fars kökenli oldukları ileri sürülemeyeceğine göre, İskit dilindeki İran asıllı sözcüklerin de bu kavimin İran asıllı olduğunu göstermesi yetersiz bir delildir. Ne var ki, İskitlerin geldikleri bölgenin Türkistan olması İskitlerin bir Türk kavimi olduğu konusunda daha güçlü bir kanıtıdır.
İskitler hakkındaki bilgilerin çoğunluğu Yunan kaynaklarından gelmektedir. O kaynaklarda ise İskitlerin İranlı olduklarına dair herhangi bir bilgi yoktur. Herodot tarihi ise İskitlerin Asya'dan geldiklerini ve Massagetlerin baskısı ile Batı'ya göç etmeye zorlandıklarını belirtmektedir. Ayrıca İran İmparatoru Darius'un İskit ülkesini ele geçirmek için açtığı savaşı anlatırken, Herodot, İskitlerin kesinlikle İranlılara benzemediğini açıklamaktadır. İran da tıpkı Anadolu gibi tarihin çeşitli dönemlerinde birçok kavimin gelip yerleştiği bir bölge olduğundan, birçok kavim veya boy ile kültürel etkileşimi olmuştur. Herodot'un tanımlamasına göre İskitler kentlere yerleşmiyorlardı. Beraberlerinde götürdükleri atlı arabalarda yaşıyorlardı. At sırtında, yay ve ok ile savaşa alışmış bir kavim olan İskitler, yiyecek için tarıma değil, hayvan sürülerine dayanıyorlardı. Genellikle pantolon ve bot giyip, atlarında üzengi kullanıyorlardı. İskitler domuz eti yemedikleri gibi bu hayvanı kesinlikle yetiştirmezlerdi. Yemin törenleri sırasında büyük bir kaba şarap koyan İskitler bu şaraba biraz da kanlarından karıştırarak içerlerdi. Türklere özgü olan kan kardeşliği İskitlerde yaygın olarak görülmekteydi. Kral öldüğü zaman kol ve yüzlerini kesmek, saçlarını tıraş etmek de Türk kavimlerinin bir özelliği olarak gene İskitlerde görülmekteydi. İskitlerin Türklere benzeyen birçok yanı vardı, üstelik araba içinde yaşamaları Türk olmayan göçebe kavimlerde pek sık rastlanmayan bir adetti.
Bu özelliklerin farkına varan tarihçilerin hemen hepsi İskitleri Türk saymaktadırlar. Ancak, bazı Türk tarihçileri de İskitleri yeterince incelemeden Türk olarak benimsememektedirler. Arabalarda yaşayan İskitler sürekli olarak civar bölgelere akınlar yaptıkları için komşu ulusların sürekli korktukları bir kavim olmuştur. İran'da Medler, Persler tarafından uzaklaştırılınca Güney Rusya ve Aral bölgesine doğru göç etmişler, ama İskitlerle yaptıkları savaşlarda yenilmişlerdir. İran imparatoru Sirüs son seferini İskitler üzerine yapmış ve Aral bölgesinde M.Ö.529 da yenilmiştir. Daha sonraları ise Darius'un yaptığı seferler boşa çıkmıştır. İskitler yalnız İran cephesinde değil, sınırları bulunan tüm cephelerde sürekli savaşmış cengâver bir ulus olarak tarih sahnesine geçmişlerdir.
İskitler, Asur kaynaklarında 'Cogu' diye anılan hükümdarlarının yönetiminde Kuzey Kafkasya yolunu izleyerek göç etmişler ve bu bölgede yaşayan ve gene proto-Türk sayılan Kimmerleri sürmüşlerdir.
İskit Sanatı
İskitler göçebe bir ulus olmalarına karşın kendi dönemlerinde önemli bir uygarlık yaratmışlardır. İskit eserleri günümüzde bile o bölgede görülebilmekte, bazıları ise müzelerde izlenebilmektedir. Özellikle İskit vazosu Batı dünyasında çok tanınmıştır. Arabalarda yaşayan İskitler kendi yaptıkları eşyalarını da beraberlerinde taşırlardı. Mücevherden başlayarak çeşitli süs eşyası yapan İskitler, yepyeni bir sanat yaratmışlardı. Daha sonraları aynı bölgeye gelerek yaşayan ve devlet kuran Hunların da İskitlere benzer bir yaşam biçimine ve özelliklere sahip bulunması da İskitlerin Türk olması savını güçlendirmekledir. İskitlerin kültür ve sanat eserleri de bu savı doğrulamaktadır.
İskitlerle ilgili kazılar, İskitlerin gelişmesi hakkında genel bir görüş vermektedir. Başlangıçta İskit kültür merkezi güneydoğu bozkırlarına, Kuban ve Taman Yarımadası'na doğru kaymaktadır. Martonaşa ve Melgunov kazılarının gösterdiği gibi İskitler Güney Ukrayna'da aşağı Dinyeper ve aşağı Buğ arasında dağınık bir egemenlik kurmuşlardı. Ancak M.Ö.IV. asırda İskit kültürü Ukrayna'da gelişebilmiştir. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Geri: Şanlı TÜRK Tarihi Ptsi Kas. 17, 2008 5:11 pm | |
| Solokha ve Denev kurganlarının gösterdiğine göre ise M.Ö.III. yüzyılda İskit uygarlığı en üst düzeyine çıkmıştır. İskit yayılmasının Batı'da erişebildiği en kuzey uç kuzeydeki ormanlık bozkırların sınırı Voronej yöresi olmuştur.
Kuzeydoğuya doğru İskit yayılması yukarı çıkarak Saratov bölgesine erişmiştir. Bu bölgede yapılan önemli kazılar Savromal adlı bir İskit boyunun bu bölgede yerleştiğini açıklığa kavuşturmuştur. İskitler Ukrayna'da tam bir köylü kültürü yaratmışlardır. İskitler yarattıkları yüksek kültür ile komşu ulusları da etkileri altına almışlardır. Bugün müzelerde bulunan sanat eserleri İskitlerin uygarlık düzeylerinin ne kadar yüksek olduğunu göstermekledir. İskit sanatı doğrudan Yunan sanatını da etkilemiştir. Doğu'dan gelen göçler nedeniyle İskitler Avrupa'nın batısına doğru göç etmeye başlayınca İskit sanatı bütün Avrupa'ya yayıldı. İskitlerin yalnız erkekleri değil, kadınları da usta savaşçı idiler. İskit kadınlarının cesaretleri ve beceriklilikleri dillere destan olmuştur. İskit toplumunda kadının yeri çok yüksekti. Toplumun ve devletin en üst makamlarına kadar kadınlar yükselebiliyorlardı. İskit hükümdarları arasında kadınların da önemli yeri vardır.
İskitler çiftçi ve göçebe olmak üzere ikiye ayrılırlardı. Çiftçiler daha uygardılar. Göçebeler ise arabalarda yaşarlardı. Elverişli buldukları yerlerde uzun süre yaşarlar, sonra da kendilerine yeni yurtlar ararlardı. İklim ve mevsime göre İskitlerin yurtlarını değiştirdikleri anlaşılmıştır. Arabaları iki, üç veya daha fazla öküz ile çekilirdi. Göç zamanında kadınlar araba içinde, erkekler at üstünde, arabaların yanında giderlerdi. Asya'nın kuraklığı yüzünden durmadan göç ederler, ancak elverişli bir yer bulduktan sonra yerleşirler ve ilkel köy toplulukları oluştururlardı. Eski Türkler'de olduğu gibi İskitler'de en geçerli hayvan at idi. Kesilen kurbanlar kazanlarda pişirilerek dağıtılırdı. İskitler şarap yaparlar ve içmeyi severlerdi. Şarabın yanında İskitlerde kımız gibi bir içkinin bulunması da bu kavimin Türklüğünü gösteren başka bir göstergedir. İçkiyi seven İskitler, içki içmenin yöntemini de bilirlerdi. Eski tarih kitaplarında Ispartalılara susuz şarap içmesini İskitlerin öğrettiği yazılıdır.
İskitler M.Ö.VI. yüzyılda Ön Asya'ya akınlar yaptıkları sırada bronz çağını bırakarak demir çağına geçmişlerdir. İskit sanatının başlangıcı Kelt-Tuna bölgesindeki Hallstat demir tekniğinden de geniş ölçülerde yararlanmıştır. Bronz tekniği konusunda ise aynı bölgede İskitlerden önce yaşamış olan proto-Türk bir kavim olan Kimmerlerin İskit sanatı üzerinde geniş etkileri olmuştur. Kuban bölgesinde bulunan İskit dönemi sanat eserlerinin bir kısmında ise Asur ve Babil sanatının etkileri görülmüştür. İskit hayvan sanatı, Asur veya Yunan natüralizminin süsleme biçimine dönüştürülmesiyle meydana gelmiştir.
Bozkır estetiği, İskitler aracılığı ile Güney Rusya'ya yerleşmiştir. İskitler göçebe yaşam biçimleri nedeniyle, resim, heykel ve kabartmacılık gibi sanat alanlarına yabancı kalmışlardır. Bütün lüksleri elbise, kuyumculuk ve koşum takımları yapmaktan öteye gitmiyordu. Kemer kopçası, kılıç tasması, eyer halkaları, araba süsleri, bayrak direkleri, halılar hep İskitlere özgü bir stilde yapılmıştı. İskitler geyik ve yaban eşeği sürülerini kovalamak, ceylanlarla kurtların kapışmasını izlemekten zevk alarak tüm yaşamlarını at üzerinde geçiriyorlardı. Hayvanlar arası çekişmeler İskit sanatını konu olarak etkilemiş ve hayvan figürleri İskit sanat eserlerinde çokça yer almıştır. İskit sanatında sırf süsleme amacıyla geometrik desenler içinde hayvan biçimleri görülmektedir. Sanatta hayvan biçimlerinin stilize olmasına İskitlerin katkısı büyüktür. Gerçekçi hayvan resimleri İskit süsleme sanatının temelini oluşturmuştur. Uzuvların ve organların ezilmesi, yırtıcı hayvanların diğer canlıları parçalamaları, ayıların pençelerinde kıvranan geyikler sıkça işlenen konular arasında yer almıştır. Yukarı Volga ormanlık bölgesine doğru ilerleyen İskit bozkır sanatı Fin-Uygur kaynaklı olan, Kazan civarındaki Anonin uygarlığını etkilemiştir. Bu bölgede yapılan kazılarda İskit izleri taşıyan hayvan figürlerine çokça rastlanmıştır. Orta Sibirya bölgelerine kadar İskit bozkır sanatının etkileri yayılmıştır. İskit sanatı çok yaygınlık kazanmış ama, dağılırken de zayıflamıştır. Sibirya ormanlarında bu devirden örnekler bulunmuştur.
M.Ö.III. yüzyılda İskitlerle benzer özellikler gösteren ve Kuzey İran'dan gelen göçebe bir kavim olan Sarmatlar İskitlerin bölgesini ele geçirip İskitleri Batı Avrupa'ya doğru sürmüşlerdir. İskit sanatının M.Ö.III. yüzyılda Sarmat sanatına geçişi Aleksandrapol’daki kazılar aracılığıyla kesinlik kazanmıştır. İskitler külahlı, geniş elbiseli ve natüralist bir hayvan sanatının temsilcileriyken, Sarmatlar konik külah ve zırh etekliği giyen mızraklı süvarilerdi. İskit sanatındaki Batı etkilerine karşı Sarmatlar kesinlikle Doğu etkisine sahip bir sanat geliştirmişlerdi. Sarmatların egemenliğinden sonra bile birkaç yüzyıl İskit sanatı hem Doğu'da, hem de Batı'da etkisini sürdürmüştür.
İskitler'de İnanç ve Gelenekler
Atlı kavimler uygarlığının kurucusu olan İskitler Çin'den Tuna'ya kadar olan geniş bozkırlara egemen olmuşlardır. Helenistik dönemde İskit sözcüğü tüm kuzey ve doğu barbarlarını içine almıştır. İskitler her bakımdan atlı bir uygarlığın temsilcisi oldukları için barbar sözcüğü ile tanımlanmışlardır. Tüm göçebelerde ve dağlı kavimlerde olduğu gibi İskitlerde de ruhsal yaşama inanış öncelik taşımıştır.
Tüm yaşamları doğa ile savaşım ve kaynaşma olan bu insanlar zaman zaman bazı korkunç ve garip doğa olayları ile karşılaşmışlardır. Açıklayamadıkları bu tür doğal olayları genellikle ruhlara bağlamışlardır. İskitler kutsal saydıkları her şeyin ve cismin bir ruh taşıdığına inanmışlardır. Greklerle temastan önceki İskit dininde Şamanizme ait önemli kalıntılar bulunmaktadır. Şamanizm genellikle Orta Asya ve Sibirya kavimlerinin dini olup, sihirbaz anlamına gelen şaman sözcüğünden türetilmiştir. İskitler'de de Şamanların varolduğu Herodot tarihinden öğrenilmektedir. Şamanizm İskitler aracılığı ile Traklara da geçmiştir. İskit dininde Şamanizm ile beraber görünen öğeler Türk-Moğol kültüründe de bulunmaktadır. Daha sonraları Hıristiyan bağnazlığı içindeki bazı tarihçiler Şamanizmin din sayılmaması gerekliğini savunmuşlardır. Onlar Şamanların din adamı değil, birer sihirbaz olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bir kısım tarihçiler ise Şamanizmi göktanrı ile yertanrı arasında yer alan bir din olarak açıklamışlardır.
İskit tanrıları M.Ö.IV. yüzyıldan sonra belirginlik kazanmışlar, Grek etkisi ile Yunan tanrıları da İskit tanrılarından sayılmıştır. İskitler tarih sahnesine çok çabuk girdikleri gibi, aynı hızla da yok olmuşlardır. Kendileri zamanla yok olmuşlar, ama oluşturdukları yüksek kültürel değerler bir süre daha tarih sahnesinde etkisini sürdürmüştür. Yaşadıkları yerlerde paganizm İskitler'den sonra da sürüp gitmiştir. Güçlü dinsel inançları, bazı ticaret ilişkileri ile İskandinav ülkelerine kadar yayılmıştır.
Grek kaynaklarında ve Herodot tarihinde İskit tanrıları şu sırayı izleyerek açıklanırlar. En önde canavarların tanrıçası sayılan Tabiti'ye yer verilmiştir. Büyük tanrıça kabul edilen Tabiti'nin pişmiş topraktan değişik biçimlerde yapılmış figürleri vardır. Bazılarında ayakta durur, bazılarında da kucağında bir yavru taşır. İskitler kendi bölgelerinin kıyılarını çok sıkı biçimlerde korurlar ve yakaladıkları İonyalı denizcileri bu tanrıçaya kurban ederlerdi İskit figürlerinde yarı insan yarı tanrı olarak belirtilen bu tanrıça bir bakıma Anadolu'daki Artemis'e benzetilir ve kralın halkı kesin olarak büyük tanrıçanın himayesi altındadır. Büyük tanrıçanın ilahi gücüne İskit ülkesinde yaşayan tüm insanlar inanır. Tabiti'nin yırtıcı hayvanların arasında bu hayvanları tutarak zapteden görünümleri ilgi çekicidir ve bu motifler Anadolu'da neolitik dönemin önemli merkezlerinden olan Çatalhöyük'de de bulunmuştur. Bu da, tarih öncesi dönemlerden bu yana çeşitli bölgeler arasındaki kültür alışverişini göstermesi bakımından önemli bir konudur.
Ayrıca, göktanrısı Papaios da önemli bir tanrıydı. Ay ve yıldızların sembolü olarak da tanrıça Apaia'ya inanılıyordu. Bu tanrıça evliliğin ve kadın haklarının simgesiydi. Apollon kötülükleri yok eden ışık tanrısı, Afrodit kadın güzelliğinin, aşk ile sevginin tanrıçasıydı. Sürekli savaşan bir ulus olarak İskitler savaş tanrısı olarak da Ares'e inanırlardı. Her kabilede başkanın yaşadığı yerin yanına bir Ares mabedi yapılırdı. Düşmanlardan aldıkları her yüzüncü esiri bu mabette tanrılarına kurban ederlerdi. Yüzüncü esirin başını şarapla ıslatarak takdis ederler, başını kestikten sonra kanını kılıçları üzerine sürerlerdi. Ayrıca yapay tepeler üzerine dikilen kılıç fetişlerine saygı gösterirlerdi. Batı İskitleri Traklarla birçok yönden ilişki içinde olduklarından din, inanç ve kültür açısından birbirlerini etkilemişlerdir. İskitlerin Tanrılar Panteonu bu ulusun çok tanrılı olduğunun açık bir göstergesidir. İskitçede İran diline benzeyen sözcükler olmasına karşın tanrı isimleri genellikle Grekçe'den alınmıştır.
İskitler tanrılarına her çeşit hayvanı adar ve kurban ederlerdi. Ancak en çok at kurban edilir, domuz ise asla kullanılmazdı, zaten bu hayvanı topraklarında yetiştirmezlerdi. Kurban törenleri çok görkemli olur, tanrılara dua edildikten sonra kurban kesilirdi. Kendilerine özgü kurban etme yöntemlerinin yanı sıra, civar kabilelere benzeyen usuller de kullanırlardı.
Eskiçağda yaşamış tüm kavimler gibi İskitler de aşırı batıl inanç sahibiydiler. Büyüye, sihire ve tılsımların gücüne inanırlardı. Büyüye, toplum olarak, dinden daha fazla önem vermişlerdir. Rahipleri yoktu, ama bunun yerine söğüt dallarından geleceği söyleyen şamanları vardı. Çeşitli büyücülük yöntemlerine İskitlerin evlerinde de başvurulurdu. İskitler dine önem verirlerdi ama, büyücülerin toplumda yeri pek iyi değildi.
Özellikle krala yanlış bilgi veren büyücüler cezalandırılırdı. Büyücülerin tüm kehanetlerinin çıkmaması bunların toplum içindeki yerlerini de sarsmıştı. Bazı büyücüler de bilgilerinin yanlış çıkmasından sonra odunlar üzerinde, halkın gözü önünde yakılırdı. Büyücülerin, varsa erkek çocukları da yakılır, ancak kızlarının yaşamasına izin verilirdi.
İskitlerin yemin için de ayrı törenleri vardı. Özellikle şarabın içine akıttıkları kanlarını içerek kan kardeşi olmaları çok görülen bir tören biçimiydi. Kan karıştırmak ve kan içmek hukuk anlaşmalarının ve kan bağlılıklarının yapıldığı andların en eski örneğini oluşturur. Güney Rusya'da kurganlarda bu tören ile ilgili birçok eser ele geçmiştir. Kuloba'da bulunan başka bir altın kabartma üzerinde birbirine sarılmış iki İskitli, tek bir kaptan kutsal kan içkisini içmektedir. Benzer sahnelere başka kurganlarda bulunmuş olan altın plaketler üzerinde de rastlanmıştır. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Geri: Şanlı TÜRK Tarihi Ptsi Kas. 17, 2008 5:12 pm | |
| İçki içme geleneği İskitlerde epeyce yaygındı. Orta Asya Türklerinde görülen kısrak sütünden yapılan kımız ve baldan yapılan, keyif verici bir içki olan meth en çok kullandıkları içki türlerindendi. Bunlara ek olarak, Karadeniz'de Grek kolonilerinin kurulmasıyla şarap da İskitya'ya gelmiştir. İskitler sert şarapları su katmadan içmesini severlerdi. Grekler'de ölçüsüz şarap içmek "İskitçe" içmek gibi adlandırılırdı. Hipokrat, İskitleri şişman, çok yiyen, şakacı ve tüm zamanını içki içerek geçiren insanlar olarak tanımlamıştır. Bu nedenle de insanları sarhoşken etkisi altına alan soma kültürü İskitler'de gelişmiştir. Soma, insanları sarhoşken etkisi altına alan bir tanrı veya tanrısal bir güçtür. İnsanın zihnini açar, onları büyük işler yapmaya iter, yaşama sevinci verir ve insanları yeni nesiller üretmeye yönelterek ölümsüzlük kazandırır.
Gene eski Yunan tarihçilerinin verdikleri bilgilerden İskitya'daki tıp ve hekimlik çalışmaları konusunda genel bir düşünceye sahip olunabilmektedir. Tüm zamanların en büyük hekimi olarak kabul edilen Hipokrat uzun bir süre İskitler arasında yaşamıştır. Hipokrat'ın yazdıkları, İskitler hakkında bazı ilginç bilgiler vermektedir. Eski Yunanlılar Truva savaşlarından sonra İskit ülkesini tanımışlar Karadeniz'de yeni koloniler kurmaya başladıktan sonra İskitya'nın içine girmişler ve halkla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Yunanlılar İskitler'le yalnız ekonomik değil, her alanda ilişkiler geliştirmişlerdir. İskit hekim ve filozofu Anaharsis'in anasının Yunanlı, tanınmış Yunan hatibi Demosten'in büyük anasının İskit olması bu iki ulus arasında yakın akrabalık ilişkilerinin kurulduğunu da göstermektedir. Yunanlı tarihçiler, yüksek İskit uygarlığını benimserlerken, kendi dönemlerinin en ileri bilgilerine sahip olduklarını yazarlarken; Batılı tarihçiler, Hıristiyanlığın etkisiyle, İskitlerin Orta Asya kökenli oluşları yüzünden bu uygarlığı görmezlikten gelmişler ve uygarlığın Yunanistan'da doğduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa Yunan uygarlığı İskit etkisiyle oluşmuş ve buraya uygarlık ışığını İskit Türkleri getirmiştir.
Hipokrat yazdıklarında İskitleri ve uygarlıklarını şöyle anlatır: İskitler ata çok iyi binerler ve savaşçı bir ulusturlar. İskit kadınları da ata binerler ve ok ile yay kullanırlar. Kız kaldıkları kadar cenk ederler ve üç düşman askeri öldürmedikçe evlenmezler. Bir kız bir erkeğe vardıktan sonra bir daha ata binmez ve silah kullanmaz. Kadınların sağ memeleri yoktur, çünkü kızlar çocukken bu iş için hazırlanmış bakır bir aleti kızdırarak bedenlerinin bu kısmını yok ederler. Sağ meme bu yoldan yakıldıktan sonra büyüyemez ve bedenin tüm gücü daha sonraki gelişmede sağ omuza ve kola gider.
Gene Hipokrat'a göre, İskitler genellikle su kenarında, dört tekerlekli arabaların içinde yaşarlardı. Arabalar keçe ile örtülü bir ev gibi yapılırdı. Yağmur ve rüzgârın girmediği bu arabaların bazılarını iki çift, bazılarını da üç çift öküz çekerdi. Hayvanların otlanmasına bağlı yaşarlar, bir yerde ot biterse başka yerlere göç ederlerdi. Genellikle pişmiş et yerler, kısrak sütü içerler ve sütten yaptıkları peynirleri çokça kullanırlardı, iklim nedeniyle hayvanlar küçük kalır ve gürbüzleşemezdi. Bölgeleri genellikle soğuk rüzgârlı ve karlıydı. Soğuk ve rüzgâr hayvancılık için engel oluştururdu. Mevsimler arasında pek fark olmadığı için İskitler yaz kış benzer yemekleri yerler, kar ve buzların çözülmesiyle gelen suları kullanırlardı. Çok yemek yedikleri için fazla çevik değillerdi. İskitler semizlikleri ve derilerinin tüysüzlüğüyle birbirlerine çok benzerlerdi.
Bedenlerinin rutubet etkisinde kalmasından ve gevşekliği nedeniyle hemen tüm uzuvlarında dağlamalar görülürdü. At üzerinde daha iyi durabilmesi için çocuklarını kundaklamazlar bu nedenle de boyları kısa kalırdı. Soğuğun etkisiyle İskit ırkının rengi yanık kırmızıydı. Yine soğuğun etkisiyle aşka ve sevişmeye düşkün bir ırk değillerdi. Ayrıca sürekli ata bindiklerinden dolayı erkeklerin cinsel güçlerinde azalma olmaktaydı. İskit kadınları ise şişman ve gevşek etli olurlardı. Sonradan kısırlaşan erkeklere toplumda kadın gözüyle bakılır ve onlar da bunu benimseyerek kadın elbisesi giyip kadın gibi yaşamlarını sürdürürlerdi. Kulak arkasındaki damarları keserek kan akıtma yoluyla İskitler kısırlıklarını iyileştirmeye çalışırlardı. Tanrıların kurban istediğine inanarak da çoğunlukla hastalanan bazı hayvanları kurban ederlerdi.
İskit hekimleri ıhlamur yaprağına bakarak bir hastalığın geleceği hakkında haber verirlerdi. Bir anlamda falcılık da denebilecek bu yol ile hastanın durumunu belirlemeye ve buna göre iyileştirmeye çalışırlardı. Kendilerine göre geliştirdikleri tıp yöntemleri halk arasında yaygınca kullanılırdı. Halk hekimliği İskit toplumunda epeyce yaygındı.
İskitlerin ölüler için uyguladıkları özel törenler vardı ve krallar için ayrı cenaze töreni yapılırdı. Kralın hizmetçilerinden elli tanesi seçilir ve bunlar kral için özel olarak boğdurulurdu. Bu törenlerin bazen bir yıl sürdüğü de görülmüştür. Normal olarak bir cenaze töreni kırk gün sürer ve ölen adam tüm dostlarının evlerine birer gün götürülür, ondan sonra toprağa verilirdi. Ölülerin mumyalanması da İskitler'de görülen bir başka gelenekti. Eski Türklerin yok olmayı kabul etmemeleri İskitleri de etkilemiş ve ölülerin mumyalanması yoluna gidilmiştir.
İskit-Saka İmparatorluğu, tarihin en eski çağlarında Türklerin kuzey yolu ile hem Anadolu'ya hem de Avrupa'ya gelmelerini göstermesi açısından son derece ilginçtir. Batılı tarihçilerin ileri sürdükleri gibi, Türkler ilk kez Osmanlılarla Avrupa'ya gelmemişler, aksine İskitler aracılığıyla en eski çağlarda Avrupalı olmuşlardır. Türkler bu açıdan hem Asyalı, hem de Avrupalı bir ulustur. Nitekim bu gerçeği çok iyi kavrayan Atatürk, hem İskitlere, hem de Hititlerle Sümerlere tarih incelemelerinde çok önem vermiştir.
Türkler İskitler döneminde Kafkasya yoluyla ilk kez Anadolu'ya gelmişler ve yerleşmişlerdir. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Avrupa Hun İmparatorluğu ~ M.S. 400 Ptsi Kas. 17, 2008 5:13 pm | |
| Avrupa Hun İmparatorluğu ~ M.S. 400 Avrupa'da hakimiyet kuran ve Avrupa merkezli ilk Türk devleti..! Avrupa Hun İmparatorluğu ~ M.S. 400
Dil - Proto Türkçe Başkent - Etzelburg Yönetimi - Kağanlık Devlet başkanı - Kağan Danışma kurulu/İstişare organı - Devlet Kurultayı Başlangıç tarihi - 395 Yıkılışı - 454 İlk hükümdarı - Balamir (375 - 395) Son Hükümdarı - İllek (453 - 454)
Egemenlik Alanı
Güney Rusya, Romanya, Yugoslavya'nın kuzey bölgesi, Macaristan, Avusturya, Çekoslovakya, Güney ve Orta Almanya (Doğu Fransa'dan Ural Dağlarına; Kuzey Macaristan'dan Bizans kapılarına kadar olan saha). Yüzölçümü: yaklaşık 4.000.000 km2'dir
Avrupa Hun Hakanları
* Balamir (375 - 395) * Karaton(395 - 415) * Muncuk (415 - 425) * Oktar (425 - 430) * Rua (430 - 434) * Attila (434 - 453) * İlek (453 - 454) * İrnek (454 - 454)
Kimlikleri hakkında, 200 yıldan beri türlü tahminler yürütülen ve bazı bilginler tarafından Moğol (K. Shiratory, Asya Hunlarını Moğol saydığı için), Türk-Moğol karışımı (P. Pelliot, R. Grousset), Türk-Moğol-Mançu karışımı (L. Cahun vb.), Fin-Ugor (Klaproth, K. F. Neumann vb.) oldukları veya doğrudan doğruya Slav menşeinden geldikleri (Venelin, Ilovayski, Zabelin, Inostrantsev), yahut Germen soyuna mensup bulundukları (Müllen-hoff, A. Fick, R. Much, J. Hoops), veya Kafkas kavimlerinden bir kol teşkil ettikleri (L. Jeliç, Gy. Meszaros) ileri sürülen Batı Hunlarının, Asya Hunları'nın torunları oldukları, son zamanlardaki araştırmalarla daha da açıklık kazanmıştır. Bu hususta birçok tarihî, coğrafî, linguistik ve kültürel deliller gösterilmiştir: Coğrafyacı Strabon (ölm. 25) Hunların Grek-Baktria krallığının doğusunda olduklarını söylerken, tarihçi Plinius (ölm. 125), adı geçen krallığın, Hunlar tarafından yıkıldığını kaydeder ki, bu Hunlar'ı, Çin kaynakları, Hiung-nu olarak tanıtmıştır. Orosius (1. asrın sonları) ve Ptolemaios (M.Ö. 160-170) haritalarında, "Hun"ların oturdukları bölgeler, Çin kaynaklarında Hiung-nuların toprakları olarak belirtilmiştir. Batı Hunlarının, Asya Hunlarından geldikleri hakkında kuvvetli bir delil de, Fr. Hirth tarafından ortaya konmuştur. Buna göre, 355-365 yıllarında Alan ülkesinin (Hazar-Aral arası) istila edilmesi münasebeti ile Çin kaynakları (Wei-shu), bu memleketin Hiung-nular tarafından zapt olunduğunu kaydederken, o devir Latin yazan A. Marcellinus (4. asır sonu), fethin Hunlar tarafından yapıldığını belirtmiştir. Aynı hadise üzerinde birbirini doğrulayan bir Uzak-doğu ve bir Batı kaynağının tespit ettiği Hiung-nu=Hun aynîliği, Çin'de, Hun başbuğu Liu Yüan sülalesi (304-329) tarafından, Lo-Yang'ın zaptında (311) esir düşen Sogdlu tacirlerden bahseden, Çin Tabgaç hükümdarı Kao-çung'a (452-465) yazılmış Sogd dilinde bir metin ile de ayrıca teyid edilmektedir.
Geniş Hun imparatorluğu topraklarında, başta Gotça olmak üzere çeşitli Germen lehçeleri, İslav, İranî ve Fin-Ugor dilleri, Latince ve Grekçe konuşulmakta idi. Kaynaklarımızda, Hunlardan kalma dil yadigârlarından bir kısmının bu yabancı dillere ait olması tabiî görülebileceği gibi, hatta Hun hükümdar ailesinden veya yakın akrabalarından bazılarının adlarının, bilhassa Gotlarla çok sıkı münasebet dolayısıyla, Gotça'dan gelmiş olması da mümkündür. Fakat hükümdar sülalesinin soyca Türk olduğunda ve Hun kütlesinin Türkçe konuştuğunda şüphe yoktur . Hükümdar ailesinde tespit edilen adlar şöyledir: Karaton (kara don = siyah renkte elbise) veya Ka-ra-tun (güçlü soy), Muncuk (boncuk, aynı zamanda "bayrak" manasında; Attila'nın babası); Attila; İlek, Dengizik (dengiz = deniz'den), İrnek (Attila'nın üç oğlu); Aybars, Oktar (Attila'nın amcaları); Arıkan (Arıghan). Tanınmış kimseler: Basık, Kursık, Atakam, Eşkam. Topluluk: Akatir, Şar (Sarı = ak) - Ogur. Ayrıca, kımız Hatta Dura-Europos'da (Fırat nehrinin orta mecraında Suriye-Irak sınırına yakın yerde buluntu yeri) ele geçen M. 3. yüzyıl ortalarından kalma Parth ve Parsî dilindeki kitabede, Güney Kafkasya'daki Hunların Erk Kapgan, Topçak, Tarkan-beg, Kubrat, Kurtak gibi Türkçe adlar taşıdıkları ileri sürülmekte ve Batı Hun hükümdar ailesinin Asya tanhularından indiklerini tespit bile mümkün görülmektedir.
Hunlar, 4. asrın ortalarında, Alan ülkesini ele geçirdikten sonra, 374'de İtil (Volga) kıyılarında göründüler. O tarihlerde, Karadeniz kuzeyindeki düzlükler, bir Germen kavmi olan Got'ların işgali altında idi. Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogot), onun batısında Batı Gotları (Vizigot) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya ve Galiçya'da Gepid'ler, bugünkü Macaristan'da Tisza nehri havalisinde Vandallar vardı. Bu dört Germen kavmi dışında, aynı bölgede, İranlı ve Slav kütleler, daha başka küçük Germen toplulukları da yaşıyordu. Hun başbuğu Balamir'in (veya Balamber) idaresindeki büyük taarruz, önce Doğu Gotlarına çarptı ve bu devleti yıktı (374), kral Ermanarikh intihar etti. Yerine geçen Hunimund, Hunlar tarafından "tayin" edilmişti. "Hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir süvari taktiği ile" devam eden Hun taarruzunun, Dinyeper kenarında vurduğu ağır darbe, Batı Gotlarını da çökertti ve kral Atanarikh, kalabalık Vizigot kütleleri ile batıya doğru kaçtı (375). Böylece Hun askerî gücünün harekete geçirdiği ve çeşitli kavimlerin birbirlerini yerlerinden atarak, topraklarından çıkararak, Roma imparatorluğunun kuzey eyaletlerini alt-üst ederek, ta İspanya'ya kadar uzanmak suretiyle, Avrupa'nın etnik çehresini değiştiren, tarihî "Kavimler Göçü" başlamış oldu. Anî ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik mahallerde görünen Hun akıncı müfrezelerinin, Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı dehşet, Batı dünyasında korkunç akisler yapmış, Hunlar aleyhine, çoğu Latin ve Grek kaynaklarında kayıtlı, inanılmaz rivayet ve hikayelerin çıkmasına ve yayılmasına sebep olmuştur. Hunlar, Gotlardan, Alanlardan ve Germen Taifallardan teşkil ettikleri yardımcı kuvvetlerle takviyeli olarak, ilk defa 378 baharında Tuna'yı geçtiler ve Romalılardan mukavemet görmeksizin Trakya'ya kadar ilerlediler. Ancak, Roma topraklarında görünen bu kuvvetler, keşif vazifesini yapan öncülerdi. Nitekim, aynı tarihlerde, bugünkü Macaristan ovalarına kadar akınlar tertiplenmişti. Hunlardan korkan, bugünkü Avusturya arazisindeki Markomanlarla Kuadlar, Roma topraklarına geçmeye hazırlanırken, İran asıllı Sarmatlar, sınırları ("limes") aşıp Roma imparatorluğu'na giriyor, önce Transilvanya'da duraklamış olan Batı Gotları da Roma hudutlarını geçiyorlardı (381). Diğer taraftan, bir kısım Germen menşeli kütlelerle İranlı Baştarnalar, Pan-nonia'dan (Batı Macaristan), Alplere doğru sarkarak, İtalya'yı tehdide başlamışlardı. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Geri: Şanlı TÜRK Tarihi Ptsi Kas. 17, 2008 5:14 pm | |
| Hunlar, Roma İmparatoru Theodosios I'in ölüm yılı olan 395'te, yeniden harekete geçtiler. Bu hareket iki cepheli idi; Hunlardan bir kısmı, Balkanlar'dan Trakya'ya ilerlerken, daha büyük sayıda diğer bir kısım, Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya yöneltilmişti. Hun devletinin, Don nehri havalisindeki "doğu kanadı" tarafından tertiplenen Anadolu akını, Basık ve Kursık adlı iki başbuğun idaresinde idi. Romalıları olduğu kadar, Sasanî imparatorluğunu da telaşa düşüren bu akında, Hun süvarileri, Erzurum bölgesinden itibaren Karasu, Fırat vadilerini takiben, Melitene'ye (Malatya) ve Kilikia'ya (Çukurova) ilerlemişler, bölgenin en tahkimli kaleleri olan Edessa (Urfa) ve Antakya'yı bir müddet kuşattıktan sonra, Suriye'ye inerek Tyros'u (Sür) baskı altına almışlar, oradan Kudüs'e yönelmişlerdi. Çok süratli cereyan eden bu harekâttan korkuya kapıldıkları için, Hunlara dair acayip hikayeler uyduran kilise adamlarının dehşet dolu gözleri önünde, akıncılar, sonbahara doğru kuzeye çark ederek Orta Anadolu'ya, Kappadokia, Galatia'ya (Kayseri-Ankara ve havalisi) ulaştılar ve oradan Azerbaycan-Bakü yolu ile kuzeye, merkezlerine döndüler (395-396). Bu, Türkler'in Anadolu'da, tarihî kayıtlarla sabit ilk görünüşleri olmalıdır. 398'de daha küçük çapta tekrarlanan bu akınlar karşısında, Doğu Roma'nın genç imparatoru Arkadius, hiçbir ciddî tedbir alamamıştı.
Batıda Hun baskısı, 400 yılına doğru, başbuğ Uldız kumandasında iyice hissedildi. Balamir'in oğlu veya torunu olduğu sanılan Uldız, Attila'nın son yıllarına kadar takip edilecek Hun dış siyasetinin esaslarını tespit etmişti ki, buna göre, Doğu Roma, yani Bizans daima baskı altında tutulacak, Batı Roma ile iyi münasebetler devam ettirilecekti. Çünkü Bizans'ın Hun nüfuzuna alınması ilk hedefi teşkil ediyor, buna karşılık, Batı Roma topraklarına tecavüz ederek huzursuzluk çıkaran "barbar" kavimler aynı zamanda Hunların da düşmanları oldukları için, Batı Roma ile müşterek hareket gerekiyordu. Nitekim Uldız'ın Tuna'da görünmesi ile Kavimler Göçü'nün 2. büyük dalgası başlamış, Asding Vandalları, Hunlardan kaçan Vizigotlar, İtalya'da görünmüşlerdi. Alarikh'in idaresindeki bu Got tehlikesi, Romalı kumandan Stilikho tarafından güçlükle önlendi (Nisan 402). Fakat daha korkunç bir barbar belirdi ki, bu da, Hun korkusu ile yerlerini terk etmiş olan Vandal'ları, Sueb'leri, Kuad'ları, Burgond'ları, Sakson'ları, Alaman'ları vb. kendi demir yumruğu altında birleştirmiş olarak Roma üzerine atılan Radagais idi. İtalya'da müthiş tahribat yapıyor, Roma'yı yeryüzünden kaldıracağını ilan ediyordu. Stilikho'nun bile Pavia savaşında durdurmağa muvaffak olamadığı bu barbar şef, ancak Türkler karşısında mağlup oldu. Büyük Feasu-lae (= Fiesole, Floransa'nın güneyinde) muharebesinde, bizzat Uldız'ın kumanda ettiği, Romalı kuvvetlerle takviyeli Hun ordusu tarafından mağlup edilen Radagais yakalandı ve idam edildi (Ağustos 406). Bu zaferi ile Uldız, Roma'yı kurtarmış oldu. O, aynı zamanda, Hun kudretinden bir kere daha ürken Vandal, Alan, Sueb, Sarmat, Kelt vb. kütlelerini Ren nehri ötesine, Galya'ya gitmeğe zorlamakla, Hunların batıya yönelik yolları üzerindeki engelleri kaldırmış, buralarda Hun kuvvetlerinin serbest hareketlerine imkân hazırlamıştı.
Sınırları, Asya'da Aral gölünün doğusuna kadar uzandığı anlaşılan Hun imparatorluğunun "batı kanadı" kralı (= elig) olduğu tahmin edilen Uldız, 404-405 yıllarında ve bilhassa 409 yılında Tuna'yı geçerek, nehrin güneyinde bazı köprü başlarını tutmak suretiyle, Bizans'a Hun tehdidinin eksilmediğini göstermiş ve Grek kaynaklarına göre (Sozomenos, Codex Theodosianos vb.), kendisi ile barış müzakeresi için gönderilen Trakya umumî valisine (magister militum) "Güneş'in battığı yere kadar her yeri zaptedebilirim" diyerek meydan okumuştu. Uldız'ın ölümünden (410 sıraları) sonra, Hun imparatorluğunun başında Karaton bulunuyordu. Bunun hakkında bildiğimiz, sadece, 412 yılında Bizans elçisi Olympiodoros'un onun yanına gitmiş olduğudur. Karaton, daha çok, doğu işleri ile uğraşmış görünmektedir. 422'ye kadar Hunlar hakkında bilgi verilmediğinden, o kanattaki meşguliyetin, on sene kadar sürdüğü tahmin edilmektedir.
422 yılı, Avrupa (Batı) Hunları tarihinde yeni bir devrin başlangıcı gibidir. Bu senede, Hun hükümdar ailesine mensup dört kardeşten (Rua, Muncuk, Aybars, Oktar) biri olan Rua, imparatorluk makamını işgal ediyor, Muncuk (Attila'nın babası) erken öldüğü için, diğer iki kardeş "kanat elig'leri" durumunda bulunuyorlardı. Siyasette Uldız'ın izinde yürüyen Rua, Bizans'ın, Hun ordusunu isyana teşvik etmek ve tâbi kavimleri Hunlardan ayırmak maksadı ile, Hun topraklarında faaliyete geçirdiği casusluk şebekesini ve propagandacıları ileri sürerek tertiplediği Balkan seferinde (422), mukavemet göstermeyen Bizans'ı yıllık vergiye bağladı: 350 libre altın (25,200 solidus). İmparator Theodosios II'nin (408-450), 423'te, henüz 4 yaşında iken Batı Roma imparatoru ilan edilen Valentinianus III karşısında Roma'ya sahip olmak iddiası ile İtalya'ya ordu ve donanma sevk etmesi, Batı Roma'yı, Hunlara daha çok yaklaştırdı. Roma Senatosu'nun da, küçük imparatorun yerine 1. "Notarius" (devlet baş müsteşarı) Johannes'i seçmesi üzerine, o sırada 35 yaşında bulunan ünlü asilzade F. Aetius (Aesius), yardım sağlamak için Rua'nın yanına geldi. Hun imparatoru, 60 bin süvari başında, İtalya'ya yöneldi. Savaşa girmeden kuvvetlerini çeken Bizans'tan, ağırca bir harp tazminatı alındı. İleride Attila ile hesaplaşacak olan Aetius, gençlik çağının, Roma tahtı içlerine karışmaktan doğan, buhranlı anlarını Hun yardımı ile atlatmış, "magister militum" iken "konsül"lüğe yükseldiği 432 yılında, Afrika'da Vandal kralı Geiserikh ile mücadele eden rakibi Bonifacius karşısında, canını Rua'ya sığınmak suretiyle kurtarmış; imparator Valentinianus'un annesi Placidia da, Hun kuvvetlerinin İtalya'ya yönelmesi üzerine, Aetius ile uzlaşmağa mecbur olmuştu.
Bütün bunlar, Rua'nın, kuvvetli şahsiyeti ile, Hun devletinin her iki Roma'nın iç ve dış siyasetlerine yön verdiğini göstermekte idi. Artık Hunlara tabi "barbar" kavimlerin, Roma'ya güvenerek herhangi bir harekete kalkışmaları, söz konusu değildi. Ancak, Bizans tarihçisi Priskos'un ifadesi ile, "Rua'dan barışı, yılda 350 libre altınla satın almış olan Theodosios II", yine de, Hun idaresinde yaşayan yabancıları, gizlice kışkırtmaktan geri kalmıyordu. Bu sebeple Rua, o zamana kadar mutad olan, Bizanslıların, Hun İmparatorluğundaki yabancılardan ücretli asker toplama faaliyetlerini ve Bizanslı tacirlerin, Hun topraklarında ticaret yapmalarını yasak etti. Ülkesi dahilinde hiçbir Grek serbest dolaşamayacak ve ticaret, belirli sınır kasabalarında yapılacaktı. Bu arada Rua, bir müddet önce Bizans'a sığınmış olan Hun ileri gelenlerinden Mama ile Atakam'ın oğullarının ve diğer Hun kaçaklarının iadesini istedi. Theodosios II, süratle antlaşma yolu bulmak ümidi ile, elçilik heyetini Hun başkentine göndermeğe karar verdi. Fakat, o sırada Rua öldü (434 baharı). Bizans, kudretli bir düşmandan kurtulduğu için seviniyor, piskopos Proculos, vaazlarında, Tanrı'nın, dindar imparator Theodosios'un dualarını kabul ederek, Bizans üzerinden bir tehlikeyi kaldırdığını söylüyordu. Fakat, Hun sınırlarına gelen Bizans elçilik heyeti, Rua'yı da gölgede bırakan bir başbuğ ile karşılaştı: Attila (Etil).
Hunların başına geçtiği zaman, 39-40 yaşlarında olan Attila, babası Muncuk erken öldüğü için, amcası Rua'nın yanında yetişmiş, onunla birlikte seferlere katılmış, çeşitli kavimleri yakından tanımak imkânını bulmuş, devlet idaresini ve Hun iç ve dış siyasetinin esaslarını öğrenmişti. Memleketi, büyük kardeşi Bleda (sonraları Macarlar tarafından Buda diye anılmıştır) ile birlikte devralmışlardı. Fakat kaynaklarda açıklandığına göre, eğlenceden hoşlanan, enerjisi kıt Buda, ikinci planda kalarak, devleti ciddî bir hükümdar vasfını taşıyan kardeşine bırakmıştı. Ordu ve dış ilişkilerin düzenlenmesi, Attila'nın elinde idi. Amcaları Aybars (doğu kanadı elig'i) ve Oktar (batı kanadı elig'i), Rua zamanındaki yerlerini muhafaza ediyorlardı. Aralarında, iddia edildiği gibi bir rekabet bahis konusu olmadıktan başka, Bleda da "iktidar hırsı ile yanan" Attila tarafından ortadan kaldırılmış değildi. Attila'nın yardımcısı sıfatı ile, 11 yıl Hun İmparatorluğunun idaresine katılan Bleda, 445'te eceli ile ölmüştür.
434 yılı baharında, Hun sınırlarına gelen Bizans elçilerini Attila, Tuna ile Morava nehrinin birleştiği yerdeki, Bizans Margos (bugünkü Dubravica) kalesinin tam karşısında -Tuna'nın kuzey kıyısında- bulunan Konstantia surları önünde, at üzerinde karşıladı ve dinlenmelerine dahi izin vermediği elçilerin, biri konsül-general, diğeri seçkin bir diplomat olan temsilcilerine, taleplerini, barış şartları olarak yazdırdı. Konstantia Barışı (veya Margos Barışı) diye anılan bu antlaşmanın başlıca maddelerine göre; Bizans, bundan böyle Hunlara bağlı kavimlerle müzakerelere, ittifaklara girişmeyecek; Hunlardan kaçanlara, esir alınmış Bizans tebaası dahil, sığınma hakkı tanımayacak, Bizans elinde bulunanlar iade edilecek (Grek asıllı olanlar için fidye verilebilecek); ticarî münasebetler, yine belirli sınır kasabalarında devam edecek ve Bizans'ın ödemeyi taahhüt ettiği yıllık vergi, iki katına (700 libre altın veya 50,400 solidus) çıkarılacaktı. Theodosios II'nin aynen kabul ettiği bu anlaşmanın hükümleri icabı olarak, Hunlara iade edilen kaçakları Attila, daha Bizans ülkesi içinde, Trakya'da Karsus (Bulgaristan'da Hirsovo) kalesinde astırdı. Bu durum, Hunlar arasında olduğu kadar Bizans'ta, Roma'da ve diğer kavimler arasında, Attila adının, dehşet saçan bir otoritenin timsali haline gelmesine yardım etti. Bundan sonra Attila, imparatorluğun doğu bölgelerinde, at üzerinde, aylarca süren bir teftiş gezisi yaparak, İtil (Volga) kıyılarındaki Şaragur'ların (Ak-Ogur) ayaklanma teşebbüsünü bastırdı (435). Batı kanadının ağırlık merkezi Tuna etrafında, doğu kanadının ağırlık merkezi Dinyeper havalisinde olduğu tahmin edilen bu tarihlerde Hun imparatorluğunda, kaynaklardan (Priskos, Jordanes, P. Diaconus, J. Honorius vb.) takip edilebildiği kadar, başlıca şu topluluklar yer almışlardı::
a. Germenler (doğudan batıya): Doğu Got, Gepid, Turciling, Sueb, Markoman, Kuad, Herul, Rugi, Skir.
b. İslavlar (Orta ve Batı Rusya'da): Veneda, Ant, Sklaven.
c. İranlılar (Kafkaslar'dan Tuna'ya kadar, dağınık halde): Alan, Sarmat, Baştarna, Neur, Roxolan.
d. Fin-Ugorlar (Ural'dan Baltık'a kadar): Çeremis, Mordvin, Merya, Veşi, Çud, Est, Vidivari.
e. Türkler: İmparatorluğun her tarafına yayılmış olarak Hunlar, Karadeniz kuzeyi düzlüklerinden Volga'ya kadar Beş- ogur, Altı-ogur, On-ogur, Şaragur, Azak'ın batısında Akatir, Volga'nın doğusunda Sabar ve başka Türk kütlelerdi.
Sayıları 45'e varan ve çeşitli dil ve soydan olan bu kavimler, yalnız siyasî yönden bir birlik teşkil etmekte, yabancı kavim veya zümreler, ancak reisleri, şefleri ve kralları vasıtası ile devlete bağlı bulunmakta idiler. Hun imparatorluğu dahilinde sükûnet vardı. 442 yılında, Hun devlet meclisi başkanı ve başbakan olan Onegesios ile Attila'nın büyük oğlu İlek idaresindeki Hun orduları tarafından bastırılan Akatir isyanı dışında, bu sükûnet bozulmamıştı. Halbuki Roma imparatorluğunda, Kavimler Göçü dolayısıyla hareket halinde olan kavimlerin, geçiş yolları üzerinde geniş ölçüde tahribat yapmaları, yerli halkın mahsulatını zorla ellerinden almaları vb. yüzünden patlak veren ve genişleyen, köylü (Bagaudlar) isyanları, nizam ve asayişi iyice sarsmış, buna karşı Roma, Aetius vasıtası ile bir kere daha Hunlara müracaat zorunda kalmıştı. İki yıl kadar süren müdahale sonunda, Attila'nın gönderdiği Hun müfrezelerinin yardımı ile, isyancı elebaşılar, Aetius tarafından ortadan kaldırıldı ise de, bu defa da, Kral Gundikar idaresinde bugünkü Belçika bölgesine saldıran Burgondlarla savaşmağa mecbur olundu. Bilhassa Necker nehri boyunca cereyan eden muharebelerde, Hun ordusuna, batı kanadı elig'i Oktar kumanda ediyordu ki, rivayete göre, Kral Gundikar dahil 20 bin Burgond'un öldüğü bu Hun-Burgond mücadelesi, Almanların meşhur "Nibelungen" destanlarına konu teşkil etmiştir. Bütün "Germania"nın, Hunlar tarafından zaptını tamamlayan bu savaşlar neticesinde, 436'yı takip eden yıllarda, şu kavimlerin de Türk idaresine alındığı anlaşılmaktadır: Burgondlar, Bayavurlar, Yuthanglar, aşağı Ren sahasındaki Franklar, Türingler, Longobardlar. Hun hakimiyetinin, "Okyanus adaları"na, yani Kuzey Denizi ve Manş kıyılarına ulaştığı, hadiselere çağdaş tarihçi Priskos tarafından bildirilmiştir.
440'dan itibaren Attila, Bizans'a karşı baskıyı artırdı. Çünkü Theodosios II, Konstantia antlaşmasının hükümlerine aykırı olarak, Hunlardan kaçanları iadede ağır davranıyor, hatta bunlardan bazılarını, yüksek makamlara getiriyordu. Mesela Got menşeli Arnegisclus'u "general" rütbesi ile Trakya'da, Hun sınırında vazifelendirmişti. Müşterek pazar yerlerinde, Grek tacirleri, Hunları aldatıyorlardı. Margos piskoposu, Konstantia civarında, kıymetli madenlerden yapılmış silahları ve ziynet eşyası ile birlikte gömülen Hun büyüklerinin mezarlarını soymuş, bu davranış, Hunları infiale sevk etmişti. Nihayet Bizans, yukarıda geçen Akatirler isyanında, tahrikçi rol oynamıştı. Diğer taraftan Kuzey Afrika Vandal kralı Geiserikh, Akdeniz'deki harekâtını engelleyen Bizans'a karşı, Attila'dan yardım istemişti. Bu sebeplerle, Attila'nın idaresinde olarak, Margos'un zaptı ile başlayan 1. Balkan seferi (441-442), Singidunum (Belgrad) ve Naissus (Niş) üzerinden Trakya'ya doğru gelişirken, Batı Roma'nın aracılığı neticesinde hızını kesti. Roma orduları başkumandanı Aetius, bundan böyle Theodosios'un, antlaşma şartlarına riayet edeceğini garantilemek üzere kendi oğlu Karpilio'yu, Hun sarayına rehine olarak göndermişti. Bu sefer sonunda, Tuna boyundaki kaleler Hun idaresine geçmiş, daha geri hatlardaki tahkimat yıktırılmış, Balkanlar'da Hunlara karşı durabilecek mukavemet yuvaları kaldırılmıştı. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Geri: Şanlı TÜRK Tarihi Ptsi Kas. 17, 2008 5:14 pm | |
| 445'te Bleda'nın ölümü üzerine tek başına Hun imparatoru olan Attila, iktidarının şahikasına yükselmekte idi. Batı Asya ile Orta Avrupa'ya hakimdi. Her iki Roma'nın durumları meydanda idi. Attila'ya karşı koyabilecek bir kuvvetin kalmayışı, bir psikolojik belirti olarak, "savaş tanrısı Ares'in" kılıcını, Attila'nın ellerine verdi. Priskos'a göre, uzun zamandan beri kayıp olan bu kutlu kılıç, bir Hun çobanı tarafından bulunarak Attila'ya getirilmişti. Artık dünyanın fethi yakındı, zira Ares'in kılıcı vasıtası ile, yeryüzüne hükmetme yetkisinin, Tanrı tarafından Attila'ya tevdi edildiğine inanılıyordu.
Bu duruma ilaveten, Bizans'ın kaçakları geri vermekten çekinmesi, yıllık vergiyi ödemede isteksizliği, 2. Balkan seferinin açılmasına sebep oldu (447). Attila'nın idaresi altında birkaç noktadan Tuna'yı geçen Hun ordusu, iki koldan ilerleyerek kaleleri, Sardika (Sofya), Philippopolis (Filibe), Markianopolis (Preslav), Arkadiopolis (Lüleburgaz) müstahkem mevkî ve şehirlerini zapt ede ede ve Tesalya'da Termopil'e kadar geniş bir daire çizdikten sonra, Bizans başkentini kuşatmak üzere Athyra'ya (Büyük Çekmece) ulaştı. Orada, barış yapmak için Theodosios'un süratle gönderdiği magister ve patricius Anatolios, Attila tarafından kabul edildi ve anlaşmaya varıldı (Anatolios Barışı). Buna göre, Tuna'nın güneyinde beş günlük mesafedeki yerler askerden arındırılacak, buralardaki pazarlar yerine, artık bir Hun sınır şehri haline gelen Naissus'da (Niş) ortak pazar kurulacak, Bizans, harp tazminatı olarak 6000 libre altın ödeyecekti. Ayrıca, yıllık vergi, üç katına (2100 libre altın veya yaklaşık 150.000 solidus) çıkarılmıştı.
Bizans bakımından en ağır şart, yıllık vergi idi. Her sene bu kadar altın tedarik edilmesi, imparatorluğun takatini aşıyordu. Şaşırdığı anlaşılan Theodosios, sarayındaki ileri gelenlerin de tavsiyesi ile, garip bir kurtuluş yolu buldu: Bir suikast ile Attila'yı ortadan kaldırmayı planladı. Başında Edekon (umumiyetle kabul edildiğine göre, Skir Germenlerinin şefi; fakat A. Vambery'ye göre Türk olup, adın aslı Edikkün'dür) ve Orestes'in (Pannonia'lı bir Romalı) bulunduğu Hun elçilik heyeti ile birlikte, Bizans başkentinden Attila'nın devlet merkezine, yani Orta Macaristan'a doğru yola çıkan, tanınmış hukuk bilgini Maximinos başkanlığındaki heyette; seyahat notları, başta Attila ve çağı olmak üzere 5. asır Avrupa Türk tarihini ayrıntılı şekilde öğrenmemize yardım eden, kâtip Priskos da bulunuyordu. Suikastı gerçekleştirmekle vazifeli Bigila'nın da katıldığı heyet, 448 yılı yazında, Hun başkentine (yeri belirlenememiştir) geldiğinde, durumdan Edekon vasıtası ile haberdar olan Attila, yaptığı alenî sorguda, Bigila'ya maksat ve faaliyetlerini itiraf ettirdi. Bizanslıların hiçbirine dokunmadı, fakat Theodosios'a hitaben yazdığı şu mesajı, hususî elçi ile imparatora yolladı:
"Theodosios, Attila gibi, asîl bir babanın oğludur. Attila, babası Muncuk'tan aldığı asaleti muhafaza etmiş, fakat Theodosios, Attila'nın haraçgüzarı olmakla köle durumuna düşmüştür. Theodosios, kölelik haysiyetini de koruyamamıştır, çünkü efendisi olan Attila'nın canına kıymak istemiştir".
Attila'yı teskin etmek üzere, Bizans' tan, derhal, yukarıda adı geçen Anatolios ile magister ve kançılar Nomos başkanlığında, ikinci bir heyet yola çıkarıldı. Bu elçiler, Hun başkentinde Attila'yı, tahminler hilafına, sakin ve yumuşak buldular. Zira, Hun dış siyaseti değişmekte idi: İmparator Theodosios'un şahsında, Bizans'ı tamamen kendi iradesine bağlı kabul eden Attila, artık Batı Roma'ya yönelme zamanının yaklaştığı kanaatine varmış bulunuyordu. Batı Roma'ya esasen son mühim askerî destek, 439 yılında yapılmış, ondan sonra yardımlar tedricen kesilmişti. Batı Roma, Hun devletine yıllık vergisini muntazaman ödemekle beraber, gelişen yeni durumun farkında olan başkumandan Aetius, muhtemel bir Hun-Roma çatışmasına hazırlanmakta idi: "Barbar"larla münasebetlerini düzeltmiş, onlardan aldığı ücretli askerlerle, Türk usulünde, çoğu, süvari birliklerinden kurulu ordular teşkiline girişmiş, Hunlar'a bağlı bazı kavimlerle gizli temaslar aramağa başlamıştı. Buna karşılık Attila da, 443 yıllarında tekrar alevlenen ve Galya'dan İspanya'ya da sıçrayan köylü isyanları ile yakından ilgileniyor, Roma'ya karşı Vandallarla işbirliği imkânlarını araştırıyordu. O da, şüphesiz, Roma imparatorluğu ve "barbar"lardan meydana gelen bütün bir Batı dünyası ile hesaplaşacağı için, işin ehemmiyet ve nezaketini takdir etmekte idi.
448'lerden itibaren iki yıl kadar süren Hun siyasî ve askerî hazırlığı tamamlanınca, Attila, ilk diplomatik taarruzunu Roma'ya yöneltti. İmparator Valentinianus III'ün kızkardeşi olup, vaktiyle, evlenmek arzusu ile Attila'ya nişan yüzüğü gönderen ve 425'ten beri imparator hukukunu haiz olduğunu belirlemek üzere "Augusta" unvanı ile anılan, delişmen tabiatlı Honoria'yı zevceliğe kabul ettiğini bildiren Attila, çeyiz olarak, imparatorluğun, Honoria'nın hissesine düşen yarısını veya "Augusta"nın kocası sıfatı ile Roma imparatorluğunun idaresine iştirak hakkını istedi. Önce oyalama yolunu tutan Valentinianus ile Aetius'un, teklifi nihayet açıkça reddetmeleri, büyük Hun seferini, meşru duruma soktu. Ren kıyılarındaki Ripuar Frankları ve Vizigotlarla ilgili bir iki anlaşmazlık da savaş havasını olgunlaştırdı.
451 başlarında, Orta Macaristan'dan batıya harekete geçen Hun kuvvetlerinin mevcudu, 80-100 bini Türk, bir o kadarı da yardımcı Germen ve İslav olmak üzere 200 bin kişi civarında idi. Hun orduları, Mart ayı ortalarına doğru Ren nehrini üç noktadan aşarak Galya'ya girdiği sırada, İtalya'dan yola çıktıktan sonra, Hun düşmanı "barbar"ların sağladığı takviyelerle, sayısı yine 200 bine yükselen Aetius kumandasındaki Roma ordusu, Galya'da kuzeye doğru hızla ilerliyor; Hun orduları, Mettis'i (Metz) (7 Nisan) ve Durocortorum'u (Rheims) zaptederek, Paris yakınındaki Aurelianum (Orleans) şehrine ulaştığı zaman, Aetius da oraya yetişmiş bulunuyordu. Fakat karşılaşma, Attila'nın Türk taktiğine daha uygun gördüğü, Katalaunum'da (veya Campus Mauriacus sahası, Troyes şehrinin batısında Champagne ovasına doğru) oldu (20 Haziran 451). Batı dünyasının iki yarısının birbiri üzerine yüklendiği, nihayet 24 saat süren ve iki tarafın çok ağır kayıplar verdiği (Jordanes'e göre 165 bin ölü) muhakkak olan bu büyük savaşta kimin galip geldiği, hâlâ münakaşa edilmektedir. Avrupalı tarihçiler, ta A. Thierry'den beri (1856), Attila'nın yenildiğini söylerler ve buna, Roma kuvvetlerinin imha edilmeden Hunların çekildiğini delil gösterirler. Ancak son araştırmalar, meseleye biraz daha ışık tutmuş görünmektedir: Anlaşılmıştır ki, savaş gününün akşamı, Roma ordusu dağılmış, birlikleri arasında irtibatı kaybeden başkumandan Aetius bile, yanlışlıkla düştüğü Hun kıtaları arasından güçlükle kurtulmuş, ertesi gün erken saatlerde, Roma'ya bağlı Batı Got ordusu, savaşta ölen kral Theodorikh'in oğlu Thorismund idaresinde muharebe meydanından uzaklaşmış, ağır kayıplara uğrayan Frank kuvvetleri de onları takip etmişti. Ayrıca, bu savaşta Attila'nın, gayesine ulaştığı da aşikârdı. Batıyı hakimiyetine alabilmek için, Roma İmparatorluğunun insan ve asker deposu durumunda olan Galya barbarlarını saf dışı etmek isteği ile önce Galya'ya yürümüş olan Attila, Roma'nın bu tabiî müttefiklerinin savaş gücünü kırarak, Roma'yı desteksiz bırakmağa muvaffak olmuştu. Ünlü Aetius'un, Roma'da gözden düşmesi, bunun neticesi idi. Ordularını Galya ortasından, oldukça sağlam ve disiplin içinde, 20 gün kadar bir zamanda kendi başkenti bölgesine getirebilen Attila, kudret ve "korkunçluğunu" muhafaza ettiğine göre, Campus Mauriakus'ta, Batı İmparatorluğunun ne kazandığı, o sırada Roma'da sık sık sorulan suallerdendi. Nitekim, daha bir yıl geçmeden Attila, İtalya seferine başladığı zaman, Roma'nın Hunlara karşı çıkaracak kuvveti kalmamıştı. Hadiselere çağdaş Prosper Tiro'nun (Papa Leo I'in kâtibi) kaydettiğine göre Aetius, mukavemet imkânsızlığı dolayısıyla, İmparator Valentinianus'un, İtalya'dan ayrılmasını tavsiye etmekte idi. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Geri: Şanlı TÜRK Tarihi Ptsi Kas. 17, 2008 5:14 pm | |
| Attila, 452 baharında, çekirdeğini süvari kuvvetlerin teşkil ettiği 100 bin kişilik ordusunu, Julia Alpleri'nden geçirerek bugünkü Venedik düzlüğüne indirdi. Oradaki meşhur Aquileia kalesini zaptettikten sonra, Po ovasına girdi. Aemilia bölgesini işgale başlayıp, Roma imparatorluğunun o zamanki başkenti Ravenna'yı tehdit etmesi, meselenin nihayete erdirilmesine kâfi geldi. Roma sarayı, endişeli; halk, telaşlı; Senato, ne olursa olsun, barış yapmak kararında idi. Kilise de bu arzuya katıldı. Süratle bir heyet hazırlandı. Hitabeti ile meşhur Papa Leo 1 ("Büyük Leo") başkanlığında konsül G. Avianus ve eski "praefecture" Trygetius'dan kurulu bu heyet, Mincio ırmağının Po nehrine döküldüğü düzlükte ordugâhını kurmuş olan Attila tarafından kabul edildi (452 Temmuz ortası). Papa, imparator ve bütün Hıristiyan dünyası adına, büyük Türk başbuğundan, Roma'yı esirgemesini rica etti. Beş yıl kadar önce, kahir bir kuvvetle Çekmece'ye kadar geldiği halde, nasıl İstanbul'u tahrip etmekten kaçınmış ise, Papa'nın ağzından Roma'nın teslim olduğunu öğrendikten sonra, bu eski medeniyet merkezini korumayı da vazife sayan Attila, muzaffer ordusu ile başkentine dönerken, şüphesiz, tıpkı Bizans gibi, Batı Roma İmparatorluğunun da kendi iradesine bağlandığı kanaatinde idi. Priskos'un, 448'de Hun başkentinde Batı Roma elçisi Romulus'dan duyarak belirttiği üzere, şimdi sıra Ortadoğu'daki Sasanîlerde idi. Oranın da himayeye alınması ile "dünya hakimiyeti" gerçekleşecekti. Fakat bu, Attila'ya nasip olmadı. İtalya seferinden dönüşte, rivayete göre, zifaf gecesinde, herhangi bir iç kanama neticesi ağzından, burnundan kan boşanmak suretiyle öldü (453). Yaşı 60 civarında idi.
Attila, milletlerin hafızalarında ölümsüzlüğe ulaşmış, tarihin nadir simalarından biridir. Hatırası etrafında İtalya'da, Galya'da, Germen memleketlerinde, Britanya'da, İskandinavya'da ve bütün Orta Avrupa'da, asırlarca ağızdan ağıza dolaşan efsaneler türemiş , romancılara, ressamlara, heykeltıraşlara konu olmuş, hakkında en çok kitap yazılan şahsiyetlerden biri durumuna yükselmiş, tiyatro yazarlarına, kompozitörlere ilham vermiş, adına bir düzineye yakın opera bestelenmiştir. Son yarım asırda yapılan tarafsız tarih araştırmaları, onun, Hıristiyan Orta-çağının taassup kokulu uydurmaları ile ilgisi bulunmadığını; Nibelungen destanları başta olmak üzere, çağdaşı kayıtların, onu, iyilik sever, babacan, çok yüksek vasıfta bir hükümdar olarak tanıdığını ortaya koymuştur.
Attila'nın ölümünden sonra, hatunu Arıgkan'dan doğan üç oğlu; sırasıyla İlek, Dengizik, İrnek, babalarının yerini tutamadılar. İmparator olan İlek, ayaklanan Germen kavimleri ile yaptığı Nedao (Avusturya'da) savaşında hayatını kaybetti (454). Çok cesur, fakat siyasî zekâdan mahrum Dengizik, imparatorluk birliğini yeniden kurmak için, neticesiz mücadeleler içinde çırpına çırpına, nihayet bir Bizanslı'nın kılıcı ile can verdi (469). İrnek ise, büyük kardeşlerinin ölümünden sonra, artık Orta Avrupa'da tutunmanın zorluğunu anlayarak, savaşlarda yorgun düşen Hunların büyük kısmı ile Karadeniz'in batı kıyılarına döndü.
İrnek idaresindeki Hunların, önce Güney Rusya düzlüklerinde görünen, sonra Balkanlar'da ve Orta Avrupa'da birer devlet kuran Bulgarlar ile Macarların teşekkülünde büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Tarihî kayıtlarda Bulgar-Türk devletinin hükümdar ailesi olan Dulo (Doulo) sülalesine mensup gösterilen İrnek, Macar geleneklerinde, Macar kabilelerini, Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad hanedanı tarafından, ata tanınmaktadır. 4. asırda Hunlara, Volga'dan batıya doğru rehberlik eden geyik motifli "Sihirli Geyik" efsanesinde de, Hunlarla Macarlar (Hunor-Moger) kardeş gösterilmiştir. Nihayet, Macaristan'da yaşamış olan Sekeller'in Hunların çocukları olduğu zannını uyandıran bir başbuğ Çaba Efsanesi vardır. Avrupa Hun kütlesi, yalnız bu Türk devlet ve topluluklarının oluşumuna ve kültür yönünden Batı Avrasya'sına sağlam bir zemin vermekle kalmamış, daha mühim olarak, Asya kıtasında yer darlığı, kıtlık yüzünden veya siyasî-askerî bir sebeple sıkıntıya düşen ve bu tedirginlikten kurtulmak için huzurlu, rahat, hür, yeni iklimler arayan Türk kütlelerine, Batı yönünün açıcısı olmuştur. Aynı zamanda, yol üzerindeki İndo-İranî ve Germen gruplarını (Alanlar, Sarmatlar, Gotlar vb.) ileriye, uzaklara iterek veya kısmen kendi içinde eriterek temizlemek suretiyle, bu yolu, sonraki 900 yıl müddetle Türk göçlerinin hizmetine hazırlamıştır. Bu noktanın bilhassa belirtildiği batı araştırmalarında, Hunlar üzerinde Avrupa'nın çeşitli kültürel tesirleri konusunda düşülen aşırılık da dikkatten kaçmamaktadır. Attila'nın sarayında, yabancı kökenden görevlilerin bulunduğu, bunların yüksek mevkiler işgal ettiği ve Türk, Got, Latin dillerinin aynı ölçülerde konuşulduğu doğrudur. Ancak, halkı Germen ve Latin olan Avrupa kıtasında tabiî sayılması gereken bu durumun, derin kültür tesirinden ziyade, Hun-Türk İmparatorluğunun niteliğinden doğduğunu kabul etmek, daha isabetli olur. Nitekim, Hun topluluğu ne dil, ne de hayat tarzı yönlerinden değişikliğe uğramış, siyasî iktidar sona erince de, oraları bırakıp Türk çevresine dönmek tercih edilmiştir. Buna karşılık, Hun hakimiyeti çağının, Avrupa'da şu derin etkileri olmuştur:
a. "Kavimler göçü" yolu ile, bugünkü durumun temelini oluşturarak, etnik ;
b. Savaşlar veya dostça münasebetler yolu ile edebî (Nibelungen Destanı, efsaneler vb.);
c. Bozkır sanatı yolu ile estetik;
ç. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması (476; İtalya'nın ilk yabancı kralı Odovakar, Attila'nın sadık adamlarından Edekon'un oğlu idi) ve büyük istila hareketlerinin başlaması üzerine, çok mühim bir tarihî gelişme olarak, Roma- Germen gruplaşma eğiliminin uyanması yolu ile siyasî;
d. Hatta köylünün ve güçsüzün korunmasına yönelik "şövalyelik" (dar manada, atlı savaşçılık) hayatının ve Roma imparatorluk kavramına karşı millî duyguların ortaya çıkışı bakımından sosyal;
e. Avrupa ordularının Türk sistemine göre ıslahı hareketleri dolayısıyla askerî bakımlardan Türk kültür tesirleri, Batı'da hemen bütün Orta-çağlar boyunca devam etmiştir.
Avrupa Hunlarının Türk ve Dünya tarihine katkıları
* Avrupa'da hakimiyet kuran ve Avrupa merkezli ilk Türk devleti olmuştur. * Kavimler Göçü'nün başlamasında etkili olmuştur. * Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasına neden olmuştur. * Pantolonu (Şalvar olarak) Avrupa'ya getirmişlerdir.
Avrupa Hunlarının parçalanmasının nedenleri
* Ele geçirdikleri topraklarda gittikçe nüfus olarak azınlıkta kalmaları. * Sürekli Türk göçleriyle beslenememeleri. * Düzenli ve sağlam bir devlet teşkilatı kuramamaları. * Yerleşik kültür ile mücadele edilmesi. * Yerleşik kültürün olumsuz etkileri. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Tabgaç Devleti Ptsi Kas. 17, 2008 5:15 pm | |
| Tabgaç Devleti Çin kaynakalrında "Topa" olarak geçen Tabgaç devleti, Çin tarihçilerine göre Çin devleti değildir. Çin tarihçilerinin yaptığı araştırmalarda Hunların devamı olduğu ve devlet yapılarında Orta Asya karakteri taşıdığı görüşü hakim olmuştur. Bu araştırmalar sonucu Tabgaç devleti Türk devletleri içine alınmıştır. Tabgaç Devleti
Tabgaç Devleti, Doğu Hunların devletinin bir bölümünden meydana gelmiş oldugu düşünülen bir tarihi Türk devleti. Yıkılmasından sonra barındırdığı Türk topluluğu Çinlerin arasında erimişlerdir.
Çin kaynakalrında "Topa" olarak geçen Tabgaç devleti, Çin tarihçilerine göre Çin devleti değildir. Çin tarihçilerinin yaptığı araştırmalarda Hunların devamı olduğu ve devlet yapılarında Orta Asya karakteri taşıdığı görüşü hakim olmuştur. Bu araştırmalar sonucu Tabgaç devleti Türk devletleri içine alınmıştır.
Tabgaç Adının Etimolojisi
Gök Türklerin Orhun bölgesine diktikleri bengü taşlarda Çin adı yerine kullanılan "Tabgaç" sözcüğü, gerçekte 4.yüzyılda Kuzey Çin'de etkili bir politika ile sivrilen Tabgaç Türk devletinin adından yadigardı. Türkler, Gök Türk döneminden çok sonralara kadar Çin adı yerine bu sözcüğü kullanmayı sürdürdüler. Çin kaynaklarının To-pa diye zikrettiği Tabgaçların adı, Kaşgarlı Mahmut tarafından "ulu, saygıdeğer" diye açıklanmıştır ki yaşadığı dönemde Türkistan coğrafyasına egemen olan Karahanlı hükümdarlarınca "tafgaç,tamgaç" şeklinde unvan olarak kullanılmaktaydı. Modern etimolojik araştırmalarda ise L.Bazin değişik bir yorum getirmiş: Türkçe tab+gaç= (mala,mülke) sahip, malik.
Köken
Kaşgarlı Mahmut'un Türklüklerinden kuşku duymadığı Tabgaçlar,Çin kaynaklarına göre de Hunlardan bir bölüktür ve Mo-Tun'u (Mete) eski To-ba hükümdarı sayarlar. Çin kaynaklarından saptanan bazı etnografik ve dilsel bulgular da,onların Türklüklerine ilişkin ipuçları vermektedir. Örnek sunmak gerekirse, kurt ve göç efsanelerinin varlığı; mağara, dağ ve orman kültleri (Tengricilik); dillerinde tespit edilen bitegçin (bitikçi,katip), kapukçın (kapıcı,hacip?), atlaçın (atlı,süvari), korakçın (koruyucu,muhafız alayı), aşçın (aşçı), törü (yasa, töre), il (devlet) gibi sözcükler Tabgaçların Türk olma tezine yardım eder. Ancak siyasal erki elinde tutan Türk zümresinin yanında yönetimleri altında pekçok Moğol kabilesinin olduğu da bir gerçektir. Bu konuda kafası karışık olan ünlü sinelog Eberhard bir kitabında kabilelerin yarısından fazlasını Moğol kökenli gösterirken, başka bir araştırmasında yüzdelik sunacak kadar kesin fakat ters bilgi veriyor: %60'ı Türk, %35'i Moğol; %2 Tunguz ve bir Hint-Avrupalı kabile (Kabile oranlarıyla ilişkili bu bilgiler, asla nüfusun kesin yoğunluğunu vermez). Gerçi siyasal tarihte çok kullanılan, yönetici sınıfın ait olduğu etnik zümreye göre devleti kategorize etmek anlayışından hareketle To-pa Devletini-en azından devletini- Türk kabul etmek tuhaf olmayacaktır (Memluk ve Tolunoğlu Türk devletleriyle karşılatırınız!).
Siyasal Tarih
Kuruluş-Küçük To-pa Devleti (315-376)
Hun Hakanlığı'nın çöküşü ve Orhun bölgesinin Moğol kökenli Siyen-piler tarafından işgalinden sonra Gobi Çölü'nü aşarak Çin'in kuzeyine geldikleri anlaşılan Tabgaçlar ilk olarak Şan-si denilen Kuzey Çin topraklarında merkezi Tai kenti olmak üzere küçük "Tai ya da I.To-pa" devletini kurdular (315-376). İlk başbuğları olarak bilinen Şa-mo-han döneminde izlerini takip ettikleri anlaşılan Siyen-piler yanında Hun kalıntıları ile de mücadele eden To-palar,aynı zamanda Çin'e adını veren Chin Hanedanı'nın çöküşü üzerine etkin bir politik güç olarak belirmeye başladılar.
Wei Hanedanı ve Yükseliş
4.Yüzyılın son çeyreğine girerken (Çince söyleyişle) Wei Hanedanının el koyduğu Tabgaç Devleti Çin'de yaşanılan siyasal buhranlardan da yararlanarak hızla gelişmeye başladı.Wei sülalesinin ilk hükümdarı olarak bilinen "Kuei" zamanında amansız hasımları olan, fakat yeni bir siyasal oluşum öncesi sancılar yaşayan bazı Siyen-pi kabileleri egemenlik altına alındı. Bazı Çin krallıklarını da kendine bağlayarak Sarı Irmak ile kuzey çölü arasını denetlemeye aşlayan Kuei, kuzeyde-Gobi'nin ötesinde Orhun Bölgesinde-Moğol boylarını derleyen Juan-Juan'lar ile sonu gelmez didişmeler öncesinde öldü.
Hakkında pek fazla bilgi bulunmayan Sseu (409-423)'un hükümdarlığından sonra başa geçen ve bütün kuzey Çin'i Tabgaç hakimiyetinde birleştiren Tai-wu(424-452) dönemi Tabgaçların altın çağı olarak görülmektedir. Çin'in kuzey ve güneydeki her iki başkentini de zapteden, 425'te Juan-Juanları yenerek çölün kuzeyinde kalmalarını sağlayan, 427'de Hun Hsia Devletini, 435-439 arasında egemenliğini batıya doğru yayarak, İç asya'daki Vu-sun, Yue-pan ülkeleri ile Kuça, Kaşgar, Karaşar, Turfan-bugünkü uygurların meskun olduğu Doğu Türkistan- gibi 30 civarında şehir devletini ortadan kaldıran Tai-wu, 439'da Kansu Hun devletine son verdi. Böylece İpek Yolu'nun denetimi Tabgaçlar'ın eline geçmiş oldu. 450'de Çin kuvvetlerini dağıtarak Gök ırmak'a kadar ilerleyen Tai-wu Çin askerlerini "taydan ve düveden farksız" olarak nitelerken kendisi börü (kurt) lakabını kullanıyordu. Gittikçe kozmopolit hale gelen ve Çin nüfusun ezici yoğunluğu hissedilmeye başlayan imparatorluk topraklarında Türkleri sürekli olarak bozkır bölgesinde tutan Tai-wu, Türk yaşayışına uygun görmediği Budizm'in de asal budun içinde yayılmaması için bütün önlemleri alıyordu. 438 yılında tapınaklar dışında Budist propaganda yapılmasını yasaklayan bir ferman yayımlamıştı.
Asimilasyon ve Çöküş
Tai-wu öldüğünde ardılı olan hükümdarlar Weng-çeng (452-465) ve Hong I (465-471) zamanlarında Güney Çin'deki biricik bağımsız Çin Devleti Liu Sung Krallığı'na ve kuzeydeki Juan-Juanlara karşı ciddi askeri başarılar kazanılsa da Türk budununa sızmaya başlayan Budizm'e kayma eğilimi ivme kazanmaya başlamıştı. Ciddi önlemler alınmaması sonucunda Budistleşme veonunla özdeş gözüken Çinlileşme süreci de başlamış oluyordu. Nihayet kendisi de Budist olan Hong II (471-499) başkentini kuzeydeki bozkır bölgesinden alarak Çinli nüfusun ağırlıkta olduğu Lo-Yang'a taşımış, böylece asimilasyon süreci tamamlanmıştır.
495 yılında Türk kıyafetleri,gelenekleri ve dili yasaklandı.Buna karşı çeyrek yüzyıl süren tepkiler bastırıldı. Süan-wu (499-515)'dan sonra tahta çıkan imparatoriçe Hu (515-528) Ak Hun ülkesine rahip gönderip, onları hidayete davet edecek kadar inançlı bir Budist'ti. Artık Çinlilerden ayrılmayan Tabgaçlar 534'e doğru Doğu ve Batı Weileri diye ikiye ayrıldı. Önce doğudakiler Çinli Chi sülalesi tarafından (550),ardından batıdakiler yine Çinli Chou sülalesi tarafından 557'de ortadan kaldırıldı. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Ak Hun İmparatorluğu ( Eftalitler ) Ptsi Kas. 17, 2008 5:17 pm | |
| Ak Hun İmparatorluğu ( Eftalitler ) Akhun tarihi, Türk tarihi açısından ilginç olduğu kadar, İran, Hindistan ve Orta Asya tarihi açısından da ilginç verilerle doludur. Birkaç ülkenin üzerinde ve geçiş yollarında zor koşullarda imparatorluk kurabilen Akhunlar arkalarında incelenmeye değer bir tarih bırakmışlardır. Ak Hun İmparatorluğu (Eftalitler)
Dili - Proto-Türkçe Başkentleri - ? Yönetimi - Boylar birliğine dayanan "Konfederatif" birlik Devlet başkanı - Hakan Danışma kurulu/İstişare organı - Devlet Meclisi Başlangıç tarihi - 420 Yıkılışı - 562 İlk hükümdarı - Bilinen hükümdarı Aksuvar Son Hükümdarı - ?
Egemenlik Alanı
Kuzey Hindistan'ın yarısı, Afganistan, Türkistan'ın bir bölümü (3.500.000 km2).
Sosyal Yaşam
Akhunlar, genel olarak göçebe bir yaşam sürüyorlardı. Buna karşın Gor, Huo ve Sakkala'yı başkent olarak da kullandılar. Akhunlar, Asya'nın ipek ticaretini ellerinde tuttukları sürece güçlerini korudular. Göktürklerin İpek Yolu'nun denetimini ellerine geçirmesiyle bu üstünlüklerini yitirdiler.
Akhun devletinin günümüze yansıyan en önemli özelliği toplumsal yapısında uyguladıkları ve günümüz sosyalizmine benzeyen yapısıdır. Kadından gayri her şey ortak sözü onlardan günümüze kadar gelmiştir. Bazı teorisyenler tarihteki ilk sosyalist devlet olarak Akhunları (Eftalitleri) gösterir.
Akhunların Türk ve Dünya tarihine katkıları
* Türk boylarının başka kavimler üzerinde ( Afgan ve Hindular) devlet kurabilme yeteneğini ilk göstermiş olan devlettir. * Türk devletleri arasında ilk mücadelelerin resmi olarak görüldüğü savaşları barındırır. (Göktürk - Akhun) * Bir Türk devletinin başka bir Türk devletini yıkma amacıyla, başka devletlerle anlaşma yapma özelliğini gösteren tarihi içerir. (Sasani- Göktürk işbirliği sonucu)
- Büyük Hun İmparatorluğu'nun dağılması üzerine, Hunların büyük bir kısmı Volga ırmağı üzerinden Batı'ya doğru göç ederken, bir bölümü de Güneye doğru inmiştir. Güneye inen Hunlar daha sonraları Akhun İmparatorluğu'nu kurmuşlardır. Ortadoğu Hunları da denen Akhunlar, bir yüzyıldan fazla bir süre Horasan, Pencap, Afganistan, Hindistan, Harzem, İran ve Doğu Türkistan bölgelerinde egemen olmuşlar ve imparatorluklarını sürdürmüşlerdir.
Özellikle Çin kaynaklarında Akhunlar hakkında geniş bilgi vardır. Bir süre Türkistan'a egemen oldukları için Çinlilerle zaman zaman karşılaşmışlardır. Çin kaynaklarının yanı sıra eski İran, Latin ve Bizans kaynaklarında da Akhunlar hakkında bilgilere rastlanmaktadır. Batı Hun İmparatorluğu'nun kuruluş döneminde Akhunlar da Afganistan ve Kuzey Hindistan'da kendi imparatorluklarını kurmaya çalışıyorlardı. Akhunların o devirde İran'a egemen olan Sasanilerle çok yakın ilişkileri ve savaşları olmuştur. İslam kaynaklarında da Sasani devleti ile ilgili bölümlerde dolaylı biçimlerde Akhunlar devleti ile ilgili bilgiler verilmektedir. Son zamanlarda Hindistan'da yapılan tarih çalışmalarında da Akhunlar ve genel olarak Hunlar hakkında geniş bölümlere rastlanmaktadır.
Akhunlarla ilgili arkeolojik buluntular çok azdır. Ama tarihleriyle ilgili bilgi sağlayan öğeler arasında para ve kitabeler ön sırada yer alır. Para ve kitabelerin çoğu Doğu İran ve Afganistan yörelerinde ele geçmiştir. Bunların büyük bir bölümü Toraman ve Mihrakula dönemleri ile ilgilidir. Akhun paraları üzerinde yapılan nümizmatik araştırmalar sonucunda bunların atlı, büst ve yarı drahmi tipi olarak üç türe ayrıldığı anlaşılmıştır.
Akhunların etnik orijinleri ile ilgili olarak da değişik tarih görüşleri vardır. Günümüz araştırmacıları bu konuyu açıklığa kavuşturmak için öncelikle Çin belgelerine başvurmuşlardır. Çin kaynakları, Akhunların Hua adı ile tarih sahnesine çıktıklarını, bu sözcüğün de komutanları Pahua'nın sonundaki Hua'dan gelmiş olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Akhunların Turfan bölgesinden gelerek yeni yerlerine yerleştikleri de söylenmiştir. Bununla beraber Hua bir ülke adı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Yapılan araştırmalar Hua bölgesinin Ceyhun ırmağının doğu kaynaklarının aktığı vadilerde olabileceğini ortaya koymuştur. Akhunlar Horasan'ı fethettikten sonra Belh kentinin doğusunda kalan Gor'u kendilerine merkez yapmışlardır. Bazı kaynaklarda da Akhunların Kangçüler ile akraba oldukları ileri sürülmüştür. Kaynaklar genel olarak değerlendirildiğinde Akhunların Toharistan'da ortaya çıktıkları anlaşılır ama, bu durum kesin değildir.
Çağdaş tarih kitaplarında Akhunlarla ilgili çelişik ve değişik görüşler varsa da en çok kabul edileni bunların Hun ve Türk kökenli olmalarıdır. Akhun devleti içinde bazı Moğollar ve İranlılar da yaşamışlardır. İmparatorluğun egemen öğesi ve toplumun çoğunluğu ise Hunlar'dan gelme Türklerdi. Akhun İmparatorluğu'nun diğer bir merkezi de Kunduz'da bulunan Huo kenti idi. Gor'dan sonra bu kent de önemli bir merkez durumuna gelmiştir. Huo da Toharistan bölgesinde yer alıyordu. Toharistan, Belh kentinin doğusuna düşen Ceyhun ırmağının güneyindeki Hulm, Kunduz, Iskamış, Talakan-Simigan, Bağlan gibi yerleri içine alan bölge olarak bilinmektedir. Türkçe kaynaklarda bu bölgeye Tukri veya Tukharistan adı da verilmektedir. Akhunların en son ve en büyük merkezleri, Bedahşan'ın batısında Himatala idi. Bu bölge dağları ve ırmaklarıyla çok verimli bir yerdi. Himatala, karlı dağın eteğinde yaşayanlar anlamına geliyordu.
Akhunlar bir süre, Orta Asya'da başka kavimlerle beraber yaşamışlardır. Bu ortak yaşayış süresi içinde kültürel açıdan karşılıklı bir alışveriş gerçekleşmiştir. Özellikle dil ve bazı gelenekler açısından çeşitli kavimlerin Akhunları etkiledikleri görülmüştür. Toharistan'a yerleştikten sonra ortaya çıkan Toharca dili aslında Akhun dilinden başka bir şey değildir. Toharca, diğer dillerden farklı bir yapıya sahipti ve yirmibeş harften meydana geliyordu.
Akhunlar'dan önce Toharistan bölgesine Kuşanlar egemendi. Ne var ki, bunlar daha sonraları bölünerek küçük beylikler biçiminde yaşamaya başladılar. Büyük Hun İmparatorluğunun yıkılmasından sonra Orta Asya'da yaşamaya devam eden Hun kavimlerinin içlerinde Akhunlar en büyüğüydü. Daha sonraları koşulların zorlamasıyla güney bölgelerine doğru göç ettiler. Akhunlar Altay dağlarından Horasan'a, Toharistan'a ve sonra Hindistan'a inen bir kavim olarak görünmektedir. V. yüzyılın başlarında Akhunlar Ceyhun ırmağını geçerek, Sasani topraklarını işgal etme girişimlerinde bulunmuşlardır. Bu tür olaylar bir Türk istilası biçiminde islam kaynaklarında yer almıştır. Akhunların önceleri Sogdiana'ya egemen oluşları Çin kaynaklarındaki karşılaştırmalardan anlaşılmaktadır. Sogdiana ile beraber Semerkand yöresinin de yeni egemen gücü Akhunlar olmuşlardır. Ceyhun ırmağını geçen Akhunlar V. yüzyılın başlarından sonra Sasani devletinin doğu ve kuzeydoğu bölgelerini istila etmeye başladılar. Akhunların güneye doğru inişleri Ön Asya'nın tüm ülkelerini ve buralarda yaşayan kavimleri sarsmıştır. V. Behram Gur'un saltanatı sırasında (420-438) Akhunlar Ceyhun ırmağını Tirmiz bölgesinden geçtiler. Bu geçiş sırasında Akhunlar üçyüz bin kişi kadar bir topluluktu. Akhunların Sasani ülkesine girişleri karşısında Behram Gur'un pasif kalması devleti bir şaşkınlık dönemine soktu. Akhun Hükümdarı Hakan Horasan'dan ilerleyerek Rey önlerine kadar geldi. Sasaniler, Akhunlara büyük miktarda para vermeyi önerdiler. Akhunlar bunu kabul etmediler. Kuşmuhan bölgesinde Hakan ve Akhunların gelişigüzel karargâh kurduğunu öğrenen Sasani Hükümdarı Behram Gur, Akhunların üzerine ansızın bir baskın düzenledi. Gece yapılan baskından Sasaniler kazançlı çıktılar ve Akhunları dağıttılar. Akhunların başı Hakan savaş alanında öldürüldü ve eşyası yağma edildi. Baskın sonucu dağılan ve hükümdarları Hakan'ı yitiren Akhunlar bu kez Ceyhun ırmağının karşı sahiline geçtiler. Ceyhun ırmağına kadar olan bölge böylece Akhunlar'dan temizlenmiş oldu. Sasaniler Kuşmihan zaferini belgelemek için buraya bir anıt yaptırdılar. Sasaniler bu zaferden sonra Belh kentini yeniden ellerine geçirdiler. Kuşmihan yenilgisinden sonra Akhunlar uzun süre başsız bir biçimde dolaştılar.
Sasaniler doğu sınırlarında yaşayan Akhunlar'dan bir süre sonra rahatsız olunca bu kavimin üzerine yeniden bir ordu gönderdiler. Ne var ki, bu kez Akhunlar Sasanileri yendi ve Sasani ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Bu zafer üzerine Akhunlar daha önce yitirdikleri toprakları yeniden geri aldılar. Bu zaferi Akhunlara kazandıran hükümdarın adı Ahşunvar idi. Bu hükümdarın bir adı da Aksuvar'dı. Aksuvar döneminde Sasani ve Akhun ilişkileri yoğun olmuştur. Sasani devletinde bir taht kavgası ve Firuz'un başa geçmesi sorun olunca, Aksuvar işe karıştı ve bazı koşullarla Firuz'un tahta geçmesini destekleyebileceğini bildirdi. Akhunlar otuz bin kişilik bir ordu ile Sasani devleti sınırları içine girdiler ve Firuz'u destekleyerek tahta geçmesini sağladılar. Firuz başa geçince Akhun ordusuna büyük hediyeler verdi ve Ceyhun üzerindeki Tirmiz ile Vasgirt bölgelerini Akhunlar'a terketti.
Beş yıl sonra Firuz ile Aksuvar'ın arası bozuldu. Barış görüşmelerinin birisinde Firuz kendi kızını Aksuvar'a vereceğini söylemişti. Aksuvar bu sözün yerine getirilmesini istedi. Firuz ise bu sözünü tutmadı ve bir cariyeyi kendi kızı gibi Aksuvar'a gönderdi. Cariye yaşamını yitirmemek için bu hileyi Aksuvar'a anlattı. Aksuvar bunu anlayınca Firuz'un yardım için gönderdiği komutanlarını öldürttü. Firuz sahte prenses göndermenin cezasını komutanlarını yitirerek ödemiş oluyordu. Bunun üzerine Sasaniler Akhunlara bir ders vermek üzere ordularını topladılar. Firuz sınır kasabası Balam'ı işgal etti ama, Aksuvar ile karşılaşamadan geri döndü. Bundan sonraki on yıllık dönemde Akhunlar ile Sasaniler arasında pek önemli bir olay görülmedi. 475 senesinde Firuz Aksuvar'a karşı yeni bir sefer düzenledi. Aksuvar da Firuz'a iyi bir ders vermek üzere, Türklerin savaş taktiklerinden olan Turan taktiğine benzer bir düzen hazırlamak için çalışmalar yaptı. Akhunlar, Sasaniler ile düz bir arazide karşılaşmaktansa, orduyu dağlık bir bölgeye çekmeyi kararlaştırdılar. Firuz hiç önlem almadan geçitlerden geçiyordu. Nitekim, Sasani ordusu geçitleri arkasında bırakınca, Akhunların artçı güçleri Sasani ordusunu çember içine almış oldu. Aksuvar, Firuz'un ayaklarına kapanıp özür dilemesi koşuluyla çemberi açabileceğini bildirdi. Uzun tartışmalardan sonra Firuz bu koşulu kabul etti. iki ordunun askerleri manzarayı ibretle seyretti. Böylece savaş yapmadan iki ordu ayrıldılar. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Geri: Şanlı TÜRK Tarihi Ptsi Kas. 17, 2008 5:17 pm | |
| Firuz kırılan gururunu kurtarmak için yeniden Akhunlara karşı bir sefer hazırlamaya başladı. Çevresi bunun yanlış olacağını ısrarla belirtiyordu ama Firuz intikam hırsıyla doluydu. Sınırdaki düzenlemeler Akhunların zararına geliştiği için Aksuvar Sasanilere yeniden savaş açtı. Sasani ordusu savaş alanına gelmeden önce Aksuvar derin hendekler kazdırdı ve üzerlerini örttürdü. Kendi askerlerinin bildiği küçük geçitler bıraktı ve düşmanını aldatmak için ordusunu önce geri çekti. Bunu gören Firuz ordusuna saldırı emri verdi. Örtülü hendeklerin üzerinden geçerken Sasani ordusu büyük kayıplar verdi ve Firuz da hayatını kaybetti. Sicistan Valisi Suhra, Aksuvar'a bir saldırı düzenledi ama, sonradan Sasaniler ve Akhunlar barış yaptılar. Vali Suhra'nın yardımıyla Kavad Sasani tahtına geçti, iç karışıklıklar sonucunda Kavad tahttan indirilince, Akhunlara sığındı. Birkaç yıl sonra Akhun desteği ile yeniden Sasani devletinin başına geçti. Kavad bu durumda Akhunlara büyük miktarlarda para ödedi. Ayrıca Akhun hükümdarının korunmasını da kabul etti. Sasaniler daha sonraları Bizans'a karşı yaptıkları savaşlarda Akhun ordusunun desteğini aldılar.
Akhunlar Belh kentini ele geçirdikten sonra Sasanilerle savaşmaya başladılar. Kuşan devletinin çöküşünden sonra ortaya çıkan bazı prenslikleri Akhunlar kolaylıkla kendi egemenlikleri altına aldılar. Öncelikle Kuşan-Kidara prensliğini ortadan kaldırdılar. Bu tür prensliklerin ortadan kaldırılmalarından sonra sıra Hindistan'ın işgaline gelmişti. Akhunlar 480 yılında Hindistan'a ilk saldırılarını yaptılar ve bir süre sonra Kuzey Hint bölgesini egemenlikleri altına aldılar. O sıralarda Hindistan'da devlet kurmuş olan Guptalar Akhunların saldırılarını bir süre için durdurabilmişlerdi. Hindistan'a yapılan akınlar sırasında Akhunların başında Toraman adlı bir hükümdar bulunuyordu. Kazılardan çıkan paralar ve kitabeler ile o dönemin tarihi hakkında bazı bilgiler elde edilmiştir. Toraman dönemi ile ilgili olarak üç ana kitabe vardır. Birincisi Eran kitabesidir ve Sağar bölgesinde bulunmuştur. İkincisi Pencap'ın kuzeyinde bulunan Kura kitabesidir. Gwalior kitabesi ise son bulunandır. Bu üç kitabe ile Toraman dönemi aydınlığa kavuşmuştur.
Akhunları Kuşanların izleyicisi olarak görenler Toraman'ın temelde bir Kuşan Prensi olduğunu da ileri sürmüşlerdir. İskender ve Kuşan Hükümdarı Kanişka'dan sonra Toraman Hindistan'ın üçüncü fatihidir. Toraman, Guptaların iç karışıklıklarından yararlanarak Kuzey ve Batı Hindistan'ın iç bölgelerine kadar ilerledi ve Pencap bölgesi tümüyle Akhun denetimine girdi. Asya'nın sert kara ikliminden sonra Hindistan'ın sıcak iklimi Akhunları sarstıysa da zamanla buraya alıştılar. Valahbi racalarından Batarka, Toraman'ın iç bölgelere doğru ilerlemesini durdurmayı başardı. İki taraf arasında çıkan savaşta Toraman başarısızlığa uğradı. Toraman'ın ölümünden sonra Akhunlar duraklama dönemine girdiler.
5l5 yılında Toraman'dan boşalan Akhun tahtına oğlu Mihirakula geçti. Hintliler Mihirakula'yı budizmin düşmanı, kan dökücü hakan olarak tanımlamışlardır. Bazı tarihçiler bu hükümdara Hindistan'ın Attila'sı da derler. Gerçekten de yeni Akhun İmparatoru sürekli olarak seferler ve akınlar düzenlemiş, ülkesinin sınırlarını genişletmiştir. Mihirakula'nın oturduğu merkez Sakkala idi. Burası İndu akarsu bölgesinde, şimdiki Sialkot kasabasıdır. Mihirakula döneminin en güçlü hükümdarıydı ve budistlere karşı amansız düşmanlık gösteriyordu. Savaşlardan sonra Sakkala'ya döndüğünde kardeşini tahtta görünce kenti yeniden kuşatarak başa geçti. Daha sonraları Gandara bölgesini aldı ve tüm budist tapınaklarını yerle bir etti. Ordusundaki süvari birliklerine filleri de ekleyerek değişik bir ordu düzeni oluşturdu. İmparatorluğun yönetimi gereği Keşmir bölgesindeki Sakkala merkez olmuştu. 530 yılına kadar Akhun akınları tüm Hindistan bölgesinde sürdü. Ne var ki, Citraküta kentini ele geçirdikten sonra Akhun saldırıları bir durgunluk dönemine girdi. Bu tarihten sonra Akhunlar pek bir başarı gösteremediler ve gerileme dönemine girdiler. Akhunlar için genel çöküntü havasının estiği 550 yılında Mihirakula öldü. Yerine kimin hükümdar olduğuna dair kesin bilgiler yoktur. Sonraki kaynaklar Akhun İmparatorluğu sınırları içinde kendi başına buyruk prenslik ve beyliklerden söz ederler.
VI. yüzyılın başlarında Akhunlar ile Sasaniler arasındaki sınır Hazar Denizi'nin güneydoğu köşesinde bulunan Gürgan kentinden geçmekteydi. Ceyhun ve Seyhun ırmakları arasındaki bölge de Akhunların denetimindeydi. Akhunlar İran'dan başlayarak Orta Asya'nın iç bölgelerine kadar uzanan ve Hindistan'ın yarısını sınırları içine alan geniş bir imparatorluk kurmuşlardı. Sonraları Orta Asya ve Türkistan bölgelerinde sahipsiz biçimde yaşayan Hun İmparatorluğu kalıntısı kavimler Akhun İmparatorluğu içinde yerlerini almışlar ve Akhunların savaşlarına katılmışlardı. Çin ile de komşu olan Akhunlar, daha çok güney ve batı ile uğraştıklarından bu ülkeye dönük sefer düzenlememişlerdir.
Asya'nın ipek ticaretini elinde tutan Akhunlar, Avarlar ile belirli bir siyasal denge oluşturmuşlardı. Bir süre sonra tarih sahnesine Göktürkler çıkınca bu ekonomik ve siyasal denge bozuldu. Göktürkler kendi imparatorluklarını kurarken yavaş yavaş güneye doğru da iniyorlardı. Orta Asya' da Göktürk egemenliğinin tam olarak kurulabilmesi için Akhun devletinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu arada Sasani İmparatorluğu'nun başına da Anuşirvan adlı güçlü bir imparator geçmişti ve devletinin yıkılan onurunu Akhunlara karşı yeniden kazanmak istiyordu. Sasaniler ile Göktürkler yavaş yavaş Akhun devletinin ortadan kaldırılması için anlaştılar ve beraberce hareket etmeye başladılar. Bunun üzerine Akhunlar da Çin'e elçi göndererek işbirliği kurmak istediler.
Göktürk İmparatoru İstemi Han Sasanilerle akrabalık kurdu ve onlarla ortak hareket ederek Maveraünnehir bölgesini ele geçirdi. Nesef ve Karşi kentlerini de aldıktan sonra Nahşab kenti önünde Akhun ordusu ile karşı karşıya geldi. Göktürkler üstün Akhun orduları karşısında ancak savaşın sonuna doğru zor bir zafer kazandılar ve Akhunların komutanı Varz bu savaşta öldü. İstemi Han'ın zaferi üzerine Sasani ordusu da Belh kentine girdi, Toharistan ve Zabulistanı ele geçirdi. İki ordunun saldırıları karşısında Akhun İmparatorluğu ani bir çöküşe uğradı ve toprakları Göktürkler ile Sasaniler arasında paylaşıldı. Sasaniler Semerkand bölgesine kadar olan bölgeyi kendi sınırları içine aldılar.
Asya'nın ekonomik yazgısını etkileyen İpek Yolu yıllarca Akhunların elinde olmuştu ve Göktürkler'in egemenliğine girdikten sonra da Akhunlar bu ticareti sürdürmek istediler. Ne var ki, kendilerine rakip olarak çıkan diğer kavimler yüzünden bu üstünlüklerini de yitirdiler, İpek Yolu tümüyle Göktürk İmparatorluğu'nun denetimine girdi.
Akhunlar kendi imparatorlukları yıkıldıktan sonra da Toharistan bölgesinde yaşamlarını sürdürdüler. Siyasal açıdan fazla etkili olamadıklarından bundan sonraki dönem ile ilgili olarak Akhunlar hakkında fazla bilgi yoktur, ancak Göktürklerin kesin yönetimi altına girince Toharistan'da Göktürklere bağlı olarak oluşturulan bir devletin yönetimini yine Göktürklerin koruması altında kabul ettiler. Uzun zaman içinde Akhunlar Göktürk İmparatorluğu'nun vatandaşı oldular ve imparatorluk içinde eriyip gittiler.
Daha sonraları Müslümanlığın yayılmasıyla güney ve batı bölgelerinde yaşayan Akhunlar bu dini benimsediler. 662 yılında Toharistan'da Müslüman yönetiminden hoşnut olmayanlar ayaklandılar ve 667 yılında islam orduları ile Akhun ordusu savaştı ve Müslümanlar Akhunları Kuhistan bölgesine kadar sürdüler. Kuhistan çok dağlık bir bölge olduğundan Akhunlar burada kendilerini koruyabildiler. Arapların egemenliğini bir türlü kabul etmek istemeyen Akhunlar sonunda Araplarla anlaşmaya vardılar ve reisleri Nizek Tarhan, Akhun saldırılarını durdurdu. Nizek Tarhan Müslümanların anlaşmadan vazgeçeceklerini anladığı zaman hemen askerlerini topladı ve kendi bölgesinin önemli yerlerinde önlemler aldırdı. Müslüman orduları birkaç yönden bu bölgeye gelerek Akhunların merkezlerini ve kalelerini çevirdiler. Nizek Tarhan ve adamlarını öldürdüler. Müslüman istilasından sonra Akhunlar tarih sahnesinden çekildiler. Zamanla etnik karakterlerini de yitirdiler. Son araştırmalara göre, Afganistan'ın Feyzabad bölgesinde yaşamakta olan Yeftali halkının Akhunların torunları olduğu ileri sürülmüştür.
Akhunlar Büyük Hun İmparatorluğu'nun güney kanadı olarak yeniden büyük bir imparatorluk kurmuşlar ve bunu uzun bir süre yaşatmışlardır. Göktürk ve Sasani saldırılarından sonra imparatorlukları yıkılınca bu bölgede çeşitli devletler ve beylikler ortaya çıkmıştır. Kengineler, Karlıklar, Gurlular, Gucarlar, Midler bunlara örnek olarak gösterilebilir. Gurlular ve Karluklar gibi Akhunların devam eden boyları daha sonraları yaşadıkları bölgelerde yeni devletler kurmuşlardır. Özellikle Gurluların devleti Hindistan'da etkin olmuştur. Hindistan tarihinde Gurlular ile beraber Gucarların da önemli yerleri vardır.
Akhunlar da kendilerinden önce bu bölgede devlet kurmuş olan Kuşanlar gibi budisttiler. Her ne kadar imparatorları budizme karşı savaş açmış ve budistlerin tapınaklarını yakıp yıkmışsa da Akhunlar'da toplum olarak budizm dini yaygınlık göstermiştir. 400 yıllarına kadar Orta Asya steplerinde yaşayan Akhunlar 425 yılında Afganistan'a girmişler ve bu tarihten sonra da tarih sahnesinde yükselmeye başlamışlardır. Güney bölgelerine yaptıkları akınlarda budistlerle karşılaşmışlar, onların etkisi altında kalarak bu dine inanmışlardır. İmparatorluğun yıkılmasından sonra beliren Müslüman akımları Akhunları daha sonra da islamiyete yöneltmiştir.
Batı kaynaklarında Akhunlara "Eftalitler" veya "Eftalit İmparatorluğu" adı ile rastlanmaktadır. Çinliler bu ulusa "Yeta", Araplar "Hayta", Hintliler "Huna", Yunanlılar ise "Heftalit" demişlerdir. Hint kaynaklarında ayrıca Akhunlar için "Turuşka" yani "Türk" sözcüğü de geçmektedir. Bu durum da Akhunların Türk devleti olduğunu doğrulayan bir başka kanıttır.
Akhun İmparatorluğu'na Batı'da "Eftalits" denmesinin nedeni Bizans ve Yunan kaynakları dolayısıyladır. Bu sözcüğün kökeni Sasani İmparatoru Firuz'u yenen Aksuvar'ın diğer isminin Epthalanos olmasıdır. Eftalitler adına Batı kaynaklarında yapılmış değişik bilimsel çalışmalar bu devletin ve ulusun tarihini açıklığa kavuşturmuştur. İpek Yolu, Ön Asya, Hindistan, Sasaniler ve Göktürkler ile ilgili bilimsel çalışmalarda Akhunlar hakkında bilgiler edinilmiştir.
Akhunlar, devlet kurdukları bölgeye, çıkış noktası olan Orta Asya'nın geleneksel kültürünü taşımışlardır. Göçebe bir kavim olan Akhunlar devlet kurduktan sonra da göçebeliklerini sürdürmüşlerdir. Akhunların Orta Asyalı ve göçebe olmalarının yanı sıra bir üçüncü özellikleri de karakteristik bir Hun kavmi olmalarıydı. Böylece eski Hun kültürünü de sürdürmüşlerdir. Bu özelliklerin oluşturduğu Akhun kültürüne önceleri budizmin ve son dönemlerde de Müslümanlığın katkıları olmuştur. Tüm bu öğeler birleştiği zaman Akhun kültürünün genel çerçevesi ortaya çıkmaktadır. Akhunlar da at sırtında yaşayan bir kavimdi. Hem günlük yaşamda, hem de kültür ve sanatlarında hayvan konusuna önem veriyorlardı. Eserlerinde ve süslemelerinde hayvan motifleri göze çarpmaktadır. Göçebe yaşam çadır olgusunu da sürdürmüş, sosyal yaşam ve ilişkiler ile beraber kültür ve sanat olguları da buna göre biçimlenmiştir. Akhunların devlet kurdukları bölgelerde daha sonraları birçok devletin kurulması ve Akhunların göçebeliklerini sürdürmeleri yüzünden arkalarında kalıcı anıtlar bırakmamışlardır. Akhun kültürü ile ilgili en önemli bulgular yaşadıkları bölgelerde yapılan kazılar sonucunda ortaya çıkarılan kitabeler ve bulunan paralardır. Bunların üzerindeki yazı ve şekillerin okunması ve yorumlanmasıyla Akhun tarihi ve kültürü gün ışığına çıkmıştır. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Sabar Devleti ( Sibirler ) Ptsi Kas. 17, 2008 5:18 pm | |
| Sabar Devleti ( Sibirler ) M.S. 515-576 Sabarlar (Sabar Devleti)
M. S. 5.-6. yüzyıllarda, Batı Sibirya ile Kafkasların kuzey bölgesinde mühim tarihî rol oynadığı, çeşitli yabancı kaynaklardaki dağınık bilgilerin yardımı ile tespit edilebilen Türk topluluğu.
Bizans tarihlerinde, Sabar, Sabir, Savir; Ermeni, Süryanî, İslam kaynaklarında, sırasıyla Savır, Sabr, S(a)bir, Sibir vb. olarak adlandırılmaktadır. Sabarların İslav veya Moğol yahut Fin-Ugor menşeli olduklarına dair iddialar eskimiş ve bugün, onların Türk olduğu, gerek taşıdıkları ad, gerekse tarihî ve kültürel durumlarıyla anlaşılmıştır.
Çeşitli dillerdeki ses değişmeleri neticesinde, farklı şekillerde görülen adlarının esasını teşkil eden ve ancak Türkçe ile açıklanabilen Sabar kelimesi "sab+ar"dan (=sap-ar=sapmak, fiiline+ar ekinin ilavesiyle. Başka örnekler: Kazar, Bulgar, Kabar vb.) meydana gelmiş olup "Sapan, yol değiştiren, başıboş kalan, serbest" manasındadır ve Türklerde ad verme usulüne uygundur. Ayrıca, Sabarlara ait şahıs adları da Türkçe'dir: Balak, İlig-er, Bo-arık = Buğ-arık vb.
Sabarların erken tarihleri iyi bilinmiyor. Adlarının gösterdiği gibi, herhangi bir ana kütleden kopmaları bahis konusu ise, onların, asıl yurtları gibi görünen Tanrı Dağlarının batısı - İli nehri sahasında iken, Asya Büyük Hun İmparatorluğu'na bağlı topluluklardan biri olmaları icabeder. Sabarlara ait ilk kesin bilgi, 461-465 yıllarında Batı Sibirya kavimleri arasındaki büyük kımıldama ve geniş ölçüdeki göç hadiseleri münasebetiyle, Bizans tarihçisi Priskos (5. yüzyıl) tarafından verilmiştir.
Doğudan gelen Avar baskısı karşısında Sabarlar, yerlerini terk edip batıya yönelmişler, Altaylar-Ural dağları arası düzlüklerde (bugünkü Kazakistan bozkırlarının güney sahası) yaşayan Ogur-Türk boylarını yurtlarından atarak, Tobol ve İçim ırmakları çevresinde yerleşmişlerdir. Sabarlar, bu bölgede, yerli halkınkinden çok üstün kültürleri ile yüzyıllarca süren, derin tesirler bırakmışlardır: Tobolsk dolaylarında, Ob, Tura ve İrtiş boylarında Sabar, Saber (Tapar), Soper, Savri, Sabrei, Sıbır (Sı-vır) gibi yer ve kale adları yaygındır. Ay-sabar, Kün-sabar gibi şahıs adlarına da rastlanır. Tobolsk ahalisi, buranın en eski sakinlerini Sybyr, Syvyr diye anmaktadır.
Ayrıca, bu civar halkın masallarında ve kahramanlık hikayelerinde, Sabarlar, geniş yer tutar. Sabarları kendi büyükleri olarak kabul eden Ostiyaklar yanında, Vogulların da, sonraları tabiiyetine girdikleri Ruslara "Sa-per" adını vermiş olmaları, halk nazarında eski Sabarların üstün durumlarını ortaya koyar. Aynı sahada kurulduğu bilinen Sibir Hanlığı'nın (16. asır) başkenti de, Sibir adını taşıyordu. Bu kelime, zamanla çok geniş bir coğrafyayı ifade etmiştir (Sibirya). Rusların, önce Sibir (İsker) şehrini ele geçirerek bölgeye verdikleri bu ad, Rus harekâtı doğuya ilerledikçe daha geniş sahaları göstermiş, böylece Sabar Türklerinin hatırası, günümüze kadar yaşamağa devam etmiştir.
Daha 503 yılında, Doğu Avrupa'ya doğru hakimiyetlerini genişleterek bir kısım Bulgar gruplarını idarelerine alan Sabarlardan, kalabalık bir kütlenin, 515 sonlarında İtil (Volga) - Don nehirleri arasında ve Kafkasların kuzeyindeki Kuban ırmağı boyunda yerleşmesi ve doğrudan doğruya Bizans ve Sasanî imparatorlukları ile temas kurması, Sabarların, Doğu Avrupa tarihinde ön safa çıkmalarına yol açtı.
İran-Bizans savaşlarının devam etmekte olduğu o yıllardan itibaren, hükümdar Balak (Belek?) idaresinde, büyük çapta askerî faaliyet gösteren Sabarların, Sasanîlerle anlaşarak, Bizans'a karşı savaştıkları (516), Ermeniye bölgesine akınlar yaptıkları ve arkasından Anadolu'ya girerek Kayseri, Ankara, Konya dolaylarına kadar ilerledikleri bilinmektedir. Bu münasebetle, Sabarların büyük savaş gücü ve bilhassa yüksek harp malzeme tekniği, Bizans'ta hayret uyandırmış görünmektedir. Prokopios’un ifadeleri ilginçtir:
"Sabarlar, insan hafızasının hatırlayabildiği zamandan beri, ne İranlılardan, ne Romalılardan hiç kimsenin düşünemediği makinelere sahiptirler. Öyle ki, her iki imparatorlukta fenci eksik olmamış ve her devirde muhasara makineleri yapılmıştır, fakat şimdiye kadar, bu "barbar"larınkine benzer bir buluş, ne ortaya konmuş, ne de onlar gibi kullanılabilmiştir. Bu, şüphesiz, insan dehasının bir eseridir".
Balak'tan (ölm. 520'ler) sonra, onun yerine geçtiği anlaşılan dul hatunu Bo(ğ)arık, savaşçılığı, idareciliği ve güzelliği ile meşhur bir Türk kraliçesi idi ve "100 bin" kişilik Sabar ordusuna kumanda ediyordu. Bizans imparatoru Justinianos (527-565) çeşitli gümüş vazolar ve diğer zengin hediyeler karşılığında, Boğarık ile anlaşmayı tercih etti (528). Bizans, yıllardan beri sürüp gelmekte olan Sasanîler savaşında, Sabarları, kendine dost ve müttefik yapmayı, daha uygun bir siyasî davranış saymış olmalı idi.
531 yılına kadar Bizans ile işbirliği halinde görülen Sabarlar hakkında, sonraki senelere ait açık bir kayda rastlanmamakla beraber, onların Şehinşah Anûşirvan (Adil) zamanında, Sasanîlerin Kafkaslardaki sürekli ve başarılı savaşlarında (bilhassa 545'de) hayli telefat verdikleri tahmin ediliyor ki, neticede bir askerî güç olmaktan çıkmışlar, üstelik 557'ye doğru Avarlar'dan da ağır bir darbe yemişlerdir.
Sabar sahası, az sonra, Karadeniz'e ulaşan Göktürk idaresine girmiştir. 576'da, Güney Kafkaslardaki hakimiyetleri, Bizans tarafından yıkıldıktan sonra, bir kısmı Kür nehrinin güneyine yerleştirilen Sabarların adlarına, 7. yüzyıl ortalarına kadar dağınık şekilde rastlanmakta ve bu tarihlerde, aynı bölgede büyük bir devlet olarak ortaya çıkan Hazarlar'ın esas kütlesini teşkil ettikleri, Hazar kabileleri olarak görülen Belencer ve Semender'in, aslında, iki büyük Sabar kütlesi olduğu anlaşılmaktadır.
Sibirlerin Türk ve Dünya tarihine katkıları
* Sibirler, 5. yüzyılda Macarları Doğu Avrupaya yönlendirmeleriyle Macar tarihine önemli katkılar sağladılar. * 7. yüzyılda ortaya çıkan Hazarların temelini oluşturdular. * Sibiryaya isimlerini verdiler. * Türklerde kadın-erkek eşitliğinin olduğunu gösteren somut örnekleri miras bıraktılar. * Anadoluya girmiş Türk boylarından biridir. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Göktürk Kağanlığı Ptsi Kas. 17, 2008 5:19 pm | |
| Göktürk Kağanlığı "TÜRK" adını siyasi olarak kullanan ilk TÜRK devleti. Göktürk Kağanlığı Dili<=>Göktürkçe Başkentleri<=>Ötüken Yönetimi<=>Boylar birliğine dayanan "Konfederatif" birlik Devlet başkanı<=>Kağan Danışma kurulu/İstişare organı<=>Ayukı Başlangıç tarihi<=>M.S. 552 Yıkılışı<=>M.S. 745 İlk hükümdarı<=>Bumin Kağan (M.S. 534 - M.Ö. 552) Son Hükümdarı<=>Bomey Tegin Kağan (M.S. 743-745)
Göktürkler veya Kök-Türkler, Orta Asya ve Çin'de yaşamış eski bir Türk toplumuydu. Göktürkler inanç ve düşünce yapılarına göre Göktanrı (Tanrı veya Tengri) tarafından devlet kurma görevinin kendilerine verildiğine inanmakta ve bu doğrultuda hareket etmektedirler. Bu yüzden kendilerini Göktürk olarak tanımlamışlardırlar. Türk adı ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları'nda geçmektedir.
Asya Hun Devleti yıkıldıktan sonra Orta Asya'da kurulan 2. büyük Türk devletidir. Ayrıca "Türk" adını siyasi olarak kullanılan ilk Türk devletidir. Devletin kurucusu Bumin Kağan'dır. Bumin Kağanın kardeşi İstemi Yabgu ile ülkeyi yönetirler. Göktürkler komşuları olan Çin, Sasani (İran)ve Bizans ile askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurdular. Doğu Göktürk Devleti 630 yılında Batı Göktürk Devleti ise 659 yılında Çin yönetimi altına girdiler.
Siyasi Tarih
Göktürk İmparatorluğu, Türk toplumu tarafından kurulan dördüncü devlettir. Göktürk İmparatorluğu 552 - 745 yılına kadar varlığını sürdürdü. Çin İmparatorluğu ile uzun süre rekabet ve savaş içinde bulundu. Kardeş kavgaları, iç savaşlar ve Çinliler ile olan uzun savaşlar yıkılmalarına neden oldu. Yine de Türk toplumu tarafından kurulmuş olan bu İmparatorluk Asya tarihinde kalıcı izler bıraktı.
* Göktürk Tarihi (552 - 745) * I. Göktürk Kağanlığı (552–581) * I. Göktürk Kağanlığı'nın Bölünmesi (581–603) * Doğu Göktürk Kağanlığı'nın Çöküşü (603–630) * Batı Göktürk Kağanlığı'nın Çöküşü (603–659) * II. Göktürk Kağanlığı (681–745)
I.Gök Türk Kağanlığı (Doğu-Batı Kağanlıkları)
Gök Türk Devleti, VI.yüzyılın ortasında, Asya'nın doğusunda Çin devletinin, batısında Sasani-İran devletinin sınırladığı İç-Asya bozkırlarında, doğuda Avarlar, batıda Eftalit/Ak Hunlar ile yapılan mücadeleler sonucunda ortaya çıktı. Kurucuları doğuda Bumin Kağan, batıda kardeşi İstemi Kağan'dır.
İli derleyen ve bu nedenle İliğ Kağan diye de adlandırılan Bumin Kağan'ın ölümünden sonra yerine oğlu Ko-lo/Kara Kağan geçtiyse de iktidarı kısa sürdü. Bir yıl sonra Mukan Kağan devletin başına geçti. Mukan Moğol soylu Kitanları yenerek Doğu Göktürk Devleti'nin sınırlarını Büyük Okyanus'a kadar genişletti. Mukan'dan sonra tahta Ta-po/Taspar Kağan geçti. Ta-po Budizmi kabul eden ve Çin'i baskı altında tutan yönleriyle sivrildi.
Doğuda bunlar olup biterken batıda sınırlarını Kırım'a kadar genişletmiş İstemi Kağan öldü. Yerine oğlu Tardu Kağan geçti. Tardu, 603 yılına kadar hükümdarlığını sürdürdü. Doğuda Ta-po'nun ölümü üzerine tahta çıkan To-lo-pien(ya da sonraki adıyla Apa Tarkan) toyda/kurultayda yapılan kengeş'te (müzakere) onaylanmadı. Yerine Ta-po'nun yeğeni Şa-po-lio/İşbara Kağan ilan edildi. Çin politikalarının da tesiriyle batı kağanı Tardu, To-lo-pien'i destekledi. İşbara'nın Apa'nın annesini öldürtmesi doğu ile batı arasındaki ilişkileri bir daha düzelmemek üzere bozdu; iki budun artık birbirlerine düşman hale geldi. Tardu'nun ölümünden sonra Batı Gök Türkleri güçlerinin zayıfladığının bir göstergesi olan yabguluk ve şadlık adları altında Aşena ailesine mensup kişilerce yönetildikten sonra 630 yılında Çin egemenliğine girdi. Bundan sonra On Oklar adını alarak Türgiş boyunun önderliğindeki boylar federasyonu şeklinde yüzyılın sonuna kadar Çin hakimiyetinde kaldılar.
Doğu Gök Türkleri ise, Şi-pi Kağan'nın 618'de ölümüne kadar benliklerini korudular. Ondan sonra görülen Hie-li/İliğ Kağan Çin'in başkentini kuşattı ise de tutsak alındı; esarette kederinden ölmesiyle I. Gök Türk İmparatorluğu tamamen yıkılmış oldu (630).
Aynı tarihte Çin İmparatoru Tai-tsung kendisini Türklerin Gök Kağanı ilan ediyordu. Hakanlığa bağlı Türk ve yabancı boylar etrafa dağılmaya başladılar bir kısmı ise Çin'e sığındı. 50 yıl süren esaret hayatında Türk budununu toparlama çalışmaları ve Çin'e karşı başkaldırma hareketleri(isyanlar) eksik olmadı. Bunların en ünlüsü 639'da Gök-Türk prensi Kürşad'ın ihtilal denemesidir. Bu harekat dünyada ilk milliyetçi harekattır.
* 1. Göktürk Kağanlığının doğu kanadı yönetimi: Bumin, Kolo,Mukan ,Tapo ,İşbara ( 581- 582 bölünme- 587) * 1. Göktürk Kağanlığının batı kanadı yönetimi: uzun ömürlü İstemi Yabgu, Tardu ( Tardu zamanında bölünme)
II.Gök Türk Kağanlığı (Kutluk Dönemi)
681 yılında Aşena ailesinden Kutluk, Çin'in kuzeyine yerleşmiş Türk boylarını yeniden toparlamayı başardı. Çin, Kitan ve [[Dokuz Oğuzlar]/Uygurlar ile yapılan savaşlar sonucunda Ötüken ormanında Göktürk Kağanlığı yeniden ihya edildi. Kutluk ili (devleti/ulusu) yeniden derlediği için İlteriş (ili derleyen) adını aldı. 692'de ölen İlteriş'in yerine kardeşi Kapgan/Kapağan (Günümüz Türkçe karşılığı kapan=alan=Fatih) kağan oldu. Devlet kurulalı beri kağanlık danışmanı olan Tonyukuk'un da bulunduğu Kitan'a Tatabilere, Basmıllara, Çiklere, Azlara, Bayırkulara, Türgişlere/On Oklara (Batı Gök Türk budunu, Kitabelerde sürekli Türgiş Kağanı Türküm, budunum idi ifadeleri bununla ilgilidir), Kırgız ve Dokuz Oğuzlara yapılan seferlerle II.Gök Türk Devleti'nin sınırları Okyanus'tan Mâveraünnehir'deki Temir Kapığ/Demirkapı'ya kadar ulaştı. İpek Yolu'nun büyük bir kısmı denetim altına alınmış oldu.
Kapgan'ın Bayırkuların kurduğu bir pusuda öldürülmesi üzerine Gök Türk Devleti'nin başına Bilge Kağan geçti. Kardeşi Kül Tigin ordunun komutanlığını üzerine alırken Tonyukuk danışmanlık görevini sürdürmekteydi. Onun dönemi de amcası dönemindeki gibi devletin egemenliğindeki boyların başkaldırılarıyla geçti. Çin'in desteklediği Uygur-Karluk-Basmıl bağlaşmasının Ötüken'e yönelik sürekli saldırıları, İpek Yolu'nun kilit noktası olan Çungarya'nın Çin'in denetimine geçmesi ve batıda On Ok budununu hakimiyetine alan Türgişlerin gün geçtikçe güçlenmesi neticesinde II.Gök Türk Kağanlığı çöküşe sürüklendi. Bilge Kağan'ın, danışmanı Tonyukuk'u ve küçük kardeşi Kül Tigin'i kaybetmesinden sonra zehirlenerek ölümü üzerine yerine geçen Tengri Kağan çocuk yaştaydı. Onun kağanlığına karşı gelen Ozmış da ülkeyi toparlayacak güçte değildi. Nihayet Uygurlar 745'te Ötüken'e girerek Gök Türk devletine son verdiler.
İdare Ve Ordu
Devleti Kağan ünvanlı hükümdar yönetirdi. Kağan'da Bilgelik, Alplik ve Erdemlilik özellikleri aranırdı. İl denilen ülkeyi bilgili, kahraman, özü sözü doğru, erdemli devlet başkanı yönetirdi. Kağan'ın vazifeleri arasında savaş gücüyle devleti kurma ve düzene koyma, yeni alınan yerlere iskan, töre yani kanunları düzenlemek, halkı doyurup giydirmek vardır.Ülke geniş bölge teşkilatı gereğince Doğu ve Batı olmak üzere ikili devlet sistemine göre idâre edilirdi.
Kağanın eşine Katun denirdi.Kağandan sonra gelen yüksek rütbe Yabguluktur'. Göktürkler, devlet idaresinin en soylu, tecrübeli Türk boylarının elinde kalmasına dikkat etmişlerdir.Önceleri sayısı bir olan Yabgu’ya, devlet genişledikçe ihtiyaç çoğalmış, Batı Türkistan gibi bölgelere de yenileri atanmıştır. Şehzadelere Tigin veya Tegin, Şad; eşlerine de Konçuy adı verilirdi. Tiginler, genel valilik, başkomutanlık gibi önemli memuriyetleri yaparlardı. Boy hükümdarına Kan (Han) denmektedir. Tarkan, Çur, Apa, Tudun, büyük memuriyetlerdendir. Göktürk ordusu, yükselme döneminde Asya’nın en güçlü askeri kuvvetiydi. Ordunun üçte ikisi süvari, biri de piyadeydi. Akınlarda ve savaşlarda süratli hareket etmek esastı. Gece ve gündüz sıkı yürüyüşle yol alan ve atlarına nöbetle binen Türk süvarisi, hiç ümit edilmedik anda, hiçbir haber alma şansı bırakmadan düşman ordusuna saldırırdı. Savaşta düşman asker miktarı yüzbinleri bulursa, Türk ordusu kırdırılmazdı. Bozkır taktiği ile ilk önce geri çekilinirdi. Merkez üssünden ayrılan düşman, vurkaç ve gerilla savaşı ile yıpratılıp, ani baskınla yok edilirdi.Göktürklerin bayrak ve tuğlarının tepesinde altından yapılmış kurt başlı heykel bulunurdu. Tuğ ile davul da bağımsızlık sembolleriydi. Göktürklerin başkenti Ötüken’dir. Burası Orhun Irmağı ile Selenge Irmağı'nın Tarim kolu arasında, ormanlar içinde bitki örtüsü ve suyu bol bir şehirdi. Ötüken’den başka Barshan, Çargelen-Çumgal, Çaldıvar, Atbaş, Şirdakbeg, Nanageldi, Fergana, Yassıkugart, Çikircik başlıca Göktürk şehirleridir.
Göktürklerde karar, seçim, insan ve hayvan sayımı için ziyafetli devlet meclisi mahiyetinde Kengeş Meclisi toplanırlardı.
Sanat Ve Edebiyat
Orta Asya'da yapılan araştırma ve kazılarda Göktürkçe yazılı eserler bulunmuştur. Para, taş ve ağaç üzerine yazılan metinlerden, para ve taşlar üzerine yazılanlar günümüze kadar gelmiştir.İlk Türk abidelerinde yazılara altıncı yüzyılda rastlanmıştır. Bunlar kısa metinlerdir. Elde kalan Bengü Anıtları, Orhun Yazıtları veya 'Türük Bengü Taşları' da denen üç büyük yazıttır. Taşların üzeri oyulmak suretiyle yazılmıştır. Bu yazıtlar; Göktürk Kağan'ı Bilge Kağan, Kül Tigin ve Vezir Bilge Tonyukuk adlarına yazılıp, dikilmiştir. Yazıtlar kireç taşına yontularak yazıldığından zaman ve açık havanın tahribatına maruz kalıp, bozulmuştur. Bu yüzden bazı satırları ve birçok kelimeleri okunamaz durumdadır. Kül Tigin kitabesi, içlerinde en az tahribata uğrayanıdır.
Orhun abidelerinin yazıldığı Göktürk alfabesi 38 harflidir.Türklerin milli alfabesi olan bu yazı sisteminde 4 sesli, 9 birleşik, 25 de sessiz harf bulunmaktadır.Kelimeler birbirinden iki noktayla ayrılır. Türklerin İslam dinini kabülünden önce yazılan Orhun abideleri, muhteva olarak Türk tarihi ve kültürü bakımından önemlidir. Abidelerde; Türklerin yabancıların siyasetine alet olduğu zamanlarda bozulduğu, devlet kademelerinde bilgili ve ehil olmayan kadronun iş başına getirildiği zaman idare mekanizmasının iyi çalışmayıp, ahalide hoşnutsuzluk görüldüğü, yabancı kültürünün Türk birliğini zedeleyip, şahsiyetini kaybettirdiği, hitabet sanatına uygun bir anlatımla verilmiştir.Türk milletinin en zor şartlarda bile içinden kuvvetli şahsiyetler çıkıp, ülkeyi kurtarıp, devleti yeniden kurup, güçlendirdiği anlatılan abidelerde, devlet tecrübesi yanında Türklüğün, istiklal fikrine yer verilmiştir.Ayrıca bu, kağanların millete hesap vermesidir.
Bilge Kağan abidesinde bugünkü dille şöyle denmektedir:
Türk Oğuz Beyleri, işitin! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, ilini töreni kim bozabilir.
Ey Türk Milleti! Kendine dön.Seni yükseltmiş Bilge Kağanı’na, hür ve müstakil ülkene karşı hata ettin, kötü duruma düşürdün.
Milletin adı, sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım.Kardeşim Kül Tigin ve iki Şad ile ölesiyle bitesiye çalıştım...
Bu imparatorluk sadece Asya tarihini değil Türk siyasi tarihini ve aydınlatan anıtlar bıraktı, Orhun yazıtları. Göktürkler'in Göktanrı olarak adlandırılan bir inanca sahip oldukları tarih araştırmacıları tarafından dile getirilmektedir. Orhun yazıtları bu görüşü doğrulamaktadır. Müslüman olmadan önce tarihte ilk kez Türk adını devlet adı olarak kullanmış Göktürklerin dini Göktanrı diniydi.
. Göktürk Kağanlığı Hükümdarları
* 534-552 Bumin Kağan <=> Tümen *Qara-Issyk Khagan/Han <=> Kelo Khan <=> Kolo Khan <=> Kök-Khan (552) * Kushu Muqan-Khagan/Han <=> Sekin Khan (553-72) * Taspar Khan/Han <=> Arslan Tobo-Khan (572 -81) * Amrak <=> Tanhan Khagan/Han (581) * Shetu Baga İşbara Kağan/ Han (581-582-87) * Qara-Churin Turk Bogiu (Tardush)-Khan
Batının yabgusu Tardu 582 yılında tüm ülkenin kağanı olduğun ilan etti. Doğunun kağanı İşbara itiraz etti. Sonuçta ülke ikiye ayrıldı.
582 yılı bölünme ve Doğu Göktürkler:
* Shetu Baga <=>İşbara Kağan/ Han (582-87) * Chulo-Khan <=> Tolos-Shad (587-88) * Yun Yolliyg <=> Dulan-Khan (588-99; ile Zhangar) * Kimin Kağan <=>(600-609) Zhangar Kimin-Khan <=> Tuli Khan (597-609; Dulan-Khan ile Qara-Churin) * Şipi Kağan (609-619) *(Dugi Shibir-Khan 咄吉世 (609-19)) * Çulo Kağan(619-621) <=>(Chulo Khan (619-21)) * Kieli Kağan(621-630) <=> (Kat Ilkhan Tugbir <=> Xieli Khagan (621-30))
582 yılı bölünme ve Batı Göktürkler:
* Qara-Churin Turk Bogiu <=> (Tardush)-Khan <=> Tardu (576dan 582'ye kadar yabgu- 582-603; Batı Göktürk Kağanı) * Tardunun Oğulları * Tong Yabgu * Sebu Kağan
630-680 arası Çin esaretindeki Göktürklerin Kağanları
* Chebi-Khan (630-49; ) * Symno ?? (639-41) * Nishu-Beg (679-80; ) * Funian (680-81; )
II. Göktürk Kağanlığı Hükümdarları
* 680-691 Kutluk Kağan(İlteriş unvanını almıştır.) * 691-716 Kapgan Kağan (Öldürüldü) * 716 İnel Kağan * 716-731 - Bilge Kağan (Öldürüldü) * Yollyg-Tegin Izhan-Khan/Han (734-39) * Bilge Kutluk Tengri-Khan/Han (739-41) * Siuan Khan/han (741) * Il-Itmysh Bilge-Khan/Han (741-42) * Ozmyş Khan/Han (742-43) * Bomei-Tegin Khan/Han (743-45)
Gök-Türk Hakanlığı' nın Türk Tarihi İçindeki Önemi
Asya Büyük Hun İmparatorluğu' ndan sonra, her yönden temsil ettiği Türk kültürü itibariyle ikinci süper Türk imparatorluğu (cihan devleti) vasfında olan Gök-Türk Hakanlığı Türk sözünü ilk defa resmi devlet adı olarak kabul etmekle bütün bir millete ad vermek şerefini kazanmış, doğu Sibirya' da ki Yakut Türkleri ve batıda Ogur (Bulgar) Türkleri dışındaki, Türk asıllı bütün kütleleri kendi idaresinde birleştirmiştir.
Hakanlığın yıkılmasından sonra, bir yelpaze gibi açılarak dört tarafa yayılan çeşitli Türk zümreleri gittikleri yerlerde Türk adını ve onun idarî, siyasî ve iktisadî geleneklerini yaşatmışlardır. Yine Ogurlar ve Yakutlar hariç, bütün Türkler in tarihinde Gök-Türk teşkilatının, edebiyatının töre ve hayat telakkîsinin izleri devam etmiştir. Gök-Türkler' den sonra Türkçesi (Ogur lehçesi) müstesna, bilimum Türkçe lehçe ve ağızları Gök-Türk Türkçesi' nin damgasını taşır. Doğudan batıya: Orta Asya, Türkistan, Maveraünnehir, Kuzey Hindistan, İran, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkan Türkleri, Gök-Türkler yolu ile Türk' tür.
Bizim diğer Türk devlet ve zümrelerinden ayırt etmek üzere Gök-Türkler dediğimiz bu topluluk kendine umumiyetle Türk veya Türük diyordu. Ancak kitabelerde kendileri için bir defa Gök-Türk (Kök-Türk) kullanmışlardır ki, Gök' e mensup, semavî ilahî Türk manasına gelen bu tabir V. Thomsen e göre hakanlığın parlak bir devresine işaret etmekte olmalıdır | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Avar Hakanlığı - M.S.580-805 Ptsi Kas. 17, 2008 5:20 pm | |
| Avar Hakanlığı - M.S.580-805 İstanbul'u kuşatan ilk Türk kavmi. Avarların Orta Avrupa'da, Frank krallığı ile Bizans imparatorluğu arasında, eski Hun, Sabar kalıntıları ve Ogur (Bulgar)'lar gibi Türk kütlelerinin desteği ile kudretli bir devlet kurarak, çeşitli Germen ve özellikle kalabalık İslav kabilelerini hakimiyetleri altına almak suretiyle 250 sene kadar (558-805) Avrupa siyasetine yön veren Avarların kimliği meselesi tarihçi ve dilcileri hayli uğraştıran başlıca konulardan biri olmuştur. Hala da, uzmanların fikir birliği haline geldikleri bir sonuç ortaya çıkmıştır denemez ise de, Avrupa Avar hakanlığı kurucularının Türklüğü, araştırmalar ilerledikçe daha da kesinlik kazanmaktadır.
Vaktiyle, Moğolistan'daki Ju-an-Juan devleti (4. yy. başları- 552/555)'nin Gök-Türkler tarafından yıkıldıktan sonra, tahminen 20 bin kişilik bir kütlenin batıya doğru göçtüğüne dair Bizans tarihçisi Th. Simokattes (7. yy. 2. çeyreği)'deki bir haber 558'de Bizans'ın doğu sınırlarından elçi göndererek kendilerine yardım ve yerleşecek arazi verilmesini rica eden kütle ile, Orta Asya'dan batıya yöneldikleri, daha sonra da Avrupa içlerine ilerledikleri söylenen bu grup arasında bir bağlantı kurulmasına yol açmış ve Juan-Juanların umumiyetle ve hatalı olarak "Avar" ve çok defa "Asya Avarları" diye anılması bu bağlantı fikrini kuvvetlendirmiş, diğer taraftan Juan-Juanlar Moğol kabul edildiklerinden, Avrupa Avarlarının da aynı soya mensup bulunması tabiî sayılmaya başlanmıştır ki, geçen asır sonlarında Moğolistan'da, Avrupa Avarlarını hatırlatan Var-guni (Bar-guni) adlı bir kabilenin yaşadığının tesbit edilmesine ilaveten, Macaristan'da Avar çağına ait mezarlardan çıkarılan insan iskeletlerinin çoğunlukla Mongoloid bulunduğunun beyanı ve üstelik Avar hakanının adı olan Bayan'ın Moğolca bir kelime oldu-ğu iddiası, bu kanaatı perçinlemiş gibidir.
Avarların Türklüğü
Burada durumu kısaca aydınlatabilmek için şu üç hususun belirtilmesi faydalı olacaktır.
a) Bizans tarihçisi Priskos (5. yy. ortaları) daha Orta Asya'da Juan-Juan hakimiyetinin çökmesinden 100 sene önce (461-465 hadiseleri, bk. Sabarlar, Ogurlar), batı Sibirya bölgesinde "Avar" kavminden bahsetmiştir. Diğer bir kaynak (Zakharias Rhetor, 550 sıraları) da, yine Moğolistan hadiselerinden önce, batıda bir "Abar" topluluğunu zikretmektedir. Bunlara ilaveten, eski Grek coğrafyacısı Strabon (M. 1. yy)'un eserinde "Abar-noi"lerin bahis konusu edildiği, hatta, çok daha eski tarihlerde Grek efsaneleri ile karışık olarak "Abaris" adının geçtiği bildirilmektedir.
b) Bu kayıtlara göre, bahis konusu Avar (Abar)'ların, M. S. 555'de tamamen yıkılan Moğolistan Juan-Juanları ile bir ilgisi olmıyacağı açıktır.
c) Esasen, dikkate değer ki, Bizans tarihçisi Th. Simokattes (7. yy. 2. çeyreği), Avarlar hakkında "Hakikî Avar" ve "Sahte Avar" diye bir ayırım yapmıştır. Bu kayıt üzerindeki incelemelerde varılan sonuçlara göre, "Sahte Avar" denilen kütle, aslında, Batı Türkistan-Kuzey Kafkasya arası ve Don-İtil (Volga) nehirleri dolaylarındaki Oğur boylarına komşu olarak yaşayan ve Bizans kaynaklarında (Menandros, 6.yy. sonları) "Avar" adı ile anılan Warkhon(yani Var ve Hun: Simokattes'te)'lardır ki, Gök-Türkler, Hunlar gibi Y'lı Türk lehçesi konuşan bu iki Türk grubu önce 350 yılını takiben, bağlı oldukları Juan-Juan idaresini terkedip, batıya yönelerek, Türkistan-Afganistan-Kuzey Hindistan'da Ak Hun (Eftalit) devletinin kuruluşuna katılan sonra da, Juan-Juanların 458-459 yılında Tabgaç orduları karşısındaki yenilgileri üzerine yine Moğolistan'daki yabancı hakimiyetinden koparak, Hazar-Aral kuzeyi sahasına gelen War (Var) ve Hun adlı Türk kabileler birliği idiler ve yaptıkları işe uygun olarak, batıda topluca Apar (Abar, Avar) diye anılmışlardır.
Demek ki Avrupa Avar hakanlığının kurucularını ve hakim zümresini, Asya içlerinden gelen ve güney Rusya düzlüklerinde karşılaştıklan Ogur boyları ile birlikte, aralarında, Gök-Türklerin siyasî genişlemesi dolayısiyle baskı altında kalarak batıya çekilen bazı Moğol ve Alan gibi îranlı yabancı unsurların da bulunduğu kalabalık Türk kütleleri teşkil ediyordu.
Esasen Avar hakanlığında mevcudiyeti anlaşılan bazı Türk idarî makamlar yine Türkçe deyimlerle anıldığı gibi (Tudun, Yugruş, Tarhan, Boyar, Ban vs. unvanları), adları tarihe geçmiş Avar devlet adamları şüphesiz Türk menşeli idiler; ünlü hakan Bayan'ın adı da Türkçe bir kelimedir.
Avar çağı mezarlarındaki iskeletlerde Mongoloid tipin fazlasiyle baskın olduğu beyanı da inandırıcı olmaktan uzak görünmektedir. Zira, Avar imparatorluğu nüfuz sahasına giren bölgelerde (Macaristan, Arnavutluk, Hırvatistan, Çekoslovakya, Avusturya, güney Almanya) 1970'lere kadar yapılan, Avar çağı ile ilgili arkeolojik kazılarda çıkarılan insan iskeletlerinde Germen, İslav, Iranlı, Fin-Ugor gibi türlü tipler arasında Türk tipinin de (braki-sefal) dikkati çekecek ölçüde olduğu, hatta bazı buluntu yerlerinde, aslî Türk soyunu temsil eden "Andronovo-tipi"ne bile % 10-15 gibi oldukça yüsek bir nisbette rastlandığı tesbit edilmiştir.
Avarların Bizans ile İlişkileri ve Avrupa ya Gelişleri
558 yılında Sabar hakimiyetini yıkıp Kafkaslar'a doğru ilerleyerek, îranlı Alanlar ve Ogur boylarını tabiiyete aldıktan sonra Bizans'a elçi gönderen Avarlar, yıllık vergi ve kendilerinin yerleşebilecekleri arazi istediler. O sıralarda bir yandan Balkanlar'da, Dalmaçya'da geniş çapta fetihler ile, bir yandan da Trakya'yı ansızın istilaya girişen Ogurlara karşı mücadelelerle meşgul olan împarator Justinianos vergiyi red etmemekle beraber, ülkesine bir Avar akınını durdurmak maksadıyla aşağı Tuna havzasında, başta Ant'lar olmak üzere kalabalık Islav kütlelerinden bir set kurmağa çalıştı.
Fakat 562'de bu engeli kolayca parçalayan Avarlar, Aşağı Tuna'yı işgal ederek Bizans ile sınırdaş oldular ve Avrupa içlerine kadar akınlara başladılar. İmparator Justinos (565-578)'un vergiyi ödemede tereddüt göstermesi dolayısiyle de, 565'lerden itibaren Hakan Bayan'ın idaresinde Bizans'ı baskı altına alarak, orta Karpatlar'a girdiler; Tuna'nın batısındaki Germen kavimlerinden Longobard'larla anlaşarak Doğu Macaristan'daki Gepid'leri hakimiyetlerine aldılar ve 568'de Longobardların Kuzey îtalya'ya göçmeleri üzerine de bugünkü Macaristan'ı tamamiyle işgal ettiler.
Böylece Avarlar Orta Avrupa'da büyük bir devlet kurmuş oluyorlardı. Bundan sonra batıda Frank kıralı Siegebert'i mağlüp ederlerken, 582'lerde güneyde Singidunum (Belgrad) ve Sirmium (Eszek) gibi mühim Bizans sınır şehir-kalelerini ele geçirmişlerdi. Yukarıdaki fetihleri yapan büyük teşkilatçı Bayan Hakan'ın 592 yılında İstanbul'a yürümek maksadı ile Çorlu'ya kadar gelerek Bizans başkentinde korku uyandırdığı tarihte "Don nehrinden Galia'ya, Kuzey İslav bölgelerinden İtalya 'ya kadar her taraf Avar askerî faaliyet sahası haline gelmişti.
Avarların 626 İstanbul Kuşatması
Asıl çekirdeğini Türk unsur teşkil etmekle birlikte çeşitli İslav ve Germen kabilelerinden toplanan kalabalık yardımcı kıtaların desteklediği ordusu ile bilhassa başlıca pazar şehirlerini ve ticaret yollarını daima elde ve emniyet içinde tutmağa gayret ettiği anlaşılan Avar hakanlığının, Avrupa'da 200 yıl kadar süren hakimiyeti devrinde mühim askerî teşebbüsleri İstanbul kuşatmalarıdır. Sasanîlerle anlaşarak yapılan ve İmparator Herakleios (610-641)'u başkenti terkedip Kartaca'ya gitmeyi düşündürecek kadar baskılı olan ilk muhasara (617 veya 619)'dan sonra, ikinci harekât, yine Sasanî İmparatorluğu ile ortaklaşa gerçekleştirilmişti (626).
İran-Bizans savaşlarının şiddet kazandığı ve Şehinşah Husrev II (590-628)'nin bütün el-Cezire, Filistin ve Suriye'yi ele geçirdiği bu yıllarda Doğu Karadeniz sahillerinde bulunan imparator Herakleios, Hazar Türklerinden askeri yardım sağlamak üzere Tiflis'e giderken, Şahvaraz kumandasındaki İran ordusu bütün Anadolu'yu geçerek Boğaziçi'ne ulaştığı zaman, Bulgar kuvvetleri ile takviyeli Avar ordusu da Balkanlar'ı ve Trakya'yı aşarak İstanbul surları önüne gelmiş bulunuyordu. Gerçek kuşatma Avar ordusu tarafından yapılmakta idi (626, Temmuz-Ağustos).
Patrik Sergios ile Patricius Bonos tarafından müdafaa edilen başkentte büyük heyecan uyandıran bu harekât tarihî hatıralar bırakmıştır. Bizans'ta kurtuluşu anmak üzere "bayram" ilan edilen gün ("Büyük Perhiz'in beşinci haftasındaki Cumartesi günü) kiliselerde ayinler şeklinde yüzyıllarca devam etmiş ve "Akathistos" ilahisinin bu Avar kuşatması ile ilgili olduğu anlaşılmıştır. Kuşatma donanmasızlık yüzünden başarıya ulaşmamış ve Avar ordusunun sonuç alamadan, müşkül şartlar altında çekilmek zorunda kalması hakanlığın nüfüz ve itibarını kaybederek zayıflamasına yol açmıştır.
Yardımcı kuvvetler dağılmış ve bilhassa hakanın 630'da ölümünden sonra, tabi kütleler, Bizans'ın da teşvik ve desteği ile baş kaldırmış, uzun mücadeleler neticesinde Balkanlar Bulgarlara geçmek üzere elden çıkmış, Tuna-Sava bölgesi Hırvat-Sloven gibi Islav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin atalarına terkedilmiştir. Bu suretle bir hasım devletler çemberi içine alınan ve iktisadî imkânlarını kaybeden Avar hakanlığı 8. asır boyunca gittikçe kuvvetten düştü ve 791'den itibaren 15 yıl aralıksız devam eden ve amansız bir din muharebesi yapan Frank İmparatorluğunun (Ka-rolus Magnus=Şarlman zamanı: 768-814) hücumları (Orta Macaristan'daki Avar başkent müstahkem mevkii 796'da Pepin tarafından zaptedilmişti) sonunda tamamen ortadan kalktı (805). Parçalanan Avar gruplan Doğu Macaristan ve Balkanlar'a dağıldı, kısa zamanda Hıristiyanlaşarak yerli kalabalık içinde eridi.
varların Avrupa da Bıraktıkları İzler
Bununla beraber, Avar tesiri Avrupa'da devamlı olmuş görünmektedir. Hırvatların en büyük askerî-idarî unvanlarından olan "Ban" (Gök-Türkçe Baga, Avar dilinde Bagan. Ayrıca Bulgarlarda, Macarlarda mevcut) Boyar ve Yugruş gibi, Yunanistan'da Navarino (=Pylos, aslı Avarino) ve Arnavutluk'ta Antivari (=Bar, eskiden Civitas Avarorum) şehirlerinin adları da onların hatıralarından izlerdir. Ayrıca Macaristan'da ortaya çıkarılan Avar çağı arkeolojik eserleri (dökme aletler ve üzerlerinde hayvan mücadele tasvirleri ve grifonlar bulunan at koşum takımları) Orta Asya'da gelişen Türk sanatının (hayvan üslübu) Avrupa'daki örnekleri kabul edilmekte ve bu üslübun izleri Meroving' ler devrinde Fransa'da da görülmektedir.
Arnavutluk'taki Prostovats altun hazinesi Avar'lara ait olduğu gibi, arkeolojik araştırmalar Avar Türk sanatının Germen ve îslav sanatları üzerindeki tesirini ortaya koymuştur. Orta Macaristan'ın Nagy Szent Miklos mevkiinde 1799'da ele geçmiş olup hangi Türk kavmine ait bulunduğu hala münakaşa edilen, üzerleri Türkçe yazı kitabeli 23 parça altun kaptan müteşekkil ünlü hazinenin Avar çağından kaldığı da ileri sürülmüştür.
Sonuç olarak; Avarlar ın Avrupa daki iki yüzyıldan fazla süren hakimiyeti Avrupa tarihi bakımından bir kaç cihetle mühimdir; evvelâ, ilk defa olmak üzere Slav kavimleri Türk hâkimiyetinde uzun bir zaman yaşamışlar, Türk devlet ve askerî teşkilatının tesiriyle bunlar kabile , hayatı basamağından devlet teşkilatı basamağına çıkmak imkânını bulmuşlardır. Saniyen Türkler de muhtelif German (Frank) zümreleri arasında karışma artmıştır; bu münasebet, ekseriyetle karşılıklı mücadeleden ibaret olmakla beraber, her iki kavim komşu olmak sıfatıyla herhangi bir şekilde modus vivendi bulmak mecburiyetinde idiler.
Avarların İslavlar Üzerindeki Etkileri
Avar hakanlığının özellikle İslav kavimleri üzerinde büyük tesiri olduğu anlaşılıyor. Balkanlar da ilk Slâv unsurlarının esaslı bir şekilde yerleşmelerinin Avarlar tarafından alınan tedbirlerin bir neticesi olduğu malûmdur. Bu Türk kavminin güney ve doğu Slavlar ını uzun bir zaman hâkimiyetleri altında bulundurduklarını ve bir çok Slâv kabilelerinin Avarlar tarafından müthiş hezimete uğradıklarını gösteren emareler mevcuttur.
4. yüzyıla kadar Germen Got'ların, daha sonra Hun imparatorluğuna bağlı olarak Türklerin hakimiyetine giren İslav toplulukların tarihi o zamandan itibaren aşağı yukan "Türk tarihinin bir parçası" durumuna girmiştir. Kalabalık İslav kütlelerinin çeşitli Doğu Avrupa bölgelerine ve Balkanlar'a dağılması hadisesi daha çok Avarlar devrinde vukua gelmiş ve bu büyük ölçüdeki göçler "Avar hakanlığınca ihtiyaç duyulan toprak mahsüllerini elde etmek için onlara tarım işleri, aynı zamanda, sınır bekçiliği yaptırmak maksadı ile Avar idaresi tarafından hazırlanmış ve tatbik edilmiştir.
Bu suretle türlü İslav kabileleri bugünkü Çekoslavakya'ya, Elbe nehri boyuna, Dalmaçya kıyılarına, Balkanlar'a sevk edilmişlerdir. 750 sıralarında Atina çevresinde "Avar" denilen İslavlardan bahsedilmekte, aynı devirlerde Hırvatları Adriatik sahiline götüren başbuğların şu adları sıralanmaktadır: Kiıliik, Lobel (Alp-el?), Kösenci (Koşuncu), Buga, Tugay "9. Pannonia (Batı Macaristan) ve Morva İslavlarının başında, İslavlaşmış Avar beylerinin bulunduğu ileri sürülmekte, diğer taraftan Germen kabilelerinin Çek memleketindeki yurtlarından ayrılmalarının, savaş kabiliyetleri pek zayıf olan İslavlar yüzünden değil, Avar başbuğlarının baskısı sonucu vukua geldiği ve bu hadisenin Doğu Almanya'da meydana çıkan Avar sanatı ile ilgili eserlerde de doğrulandığı bildirilmektedir.
Böylece, 584'de piskopos Suriyeli Johannes'in ifadesi ile "Eskiden ormanlardan dışarı çıkmağa cesaret edemezken, Avarlar sayesinde savaşa alışan ve altun, gümüş, at sürüsü sahibi olan İslavların sistemli göçürülmeleri yolu ile günümüz Orta ve Doğu Avrupa etnik haritasının Avar hakanlığı tarafından çizildiği anlaşılmaktadır. Bugün Kafkaslar'da yaşayan Avar zümresinin de onların torunları olduğu kabul edilir.
Avarların Türk ve Dünya tarihine katkıları
* Germen ve Slav kavimlerinin tarihi yapısını etkilediler. * İki kez İstanbulu kuşattılar. * 200 yıllık egemenlik kuran Avarlar, Slav halkları üzerinde etkili oldular ve Slav boylarını tuna boylarına ve Balkanlara yerleştirdiler. * Bugünkü slav toplulukların oluşmasında temel rol oynamışlardır. Orta Avrupa ve Doğu Avrupanın etnik yapısı ortaya çıkmıştır. * Slav devletleri, devlet teşkilatlanmalarını ve askeri örgütlenmelerini Avarlardan öğrenmişlerdir. * Germen kavimleri bir müddet Avar etkisinde kalmıştır. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Hazar Hakanlığı - M.S.630-965 Ptsi Kas. 17, 2008 5:22 pm | |
| Hazar Hakanlığı - M.S.630-965 "Geniş bölgelere dağilmiş olan Yahudi halkının bütün yaşanmış tecrübelerinden hiçbir tanesi Hazarlarınkinden daha olağanüstü değildir." - Nathan Ausubel, Pictorial History of the Jewish People (1953 Hazar Hakanlığı Hazar hakkındaki bilgilerinin çoğu güvenilir Arap, İbrani, Ermeni, Bizans ve Slav kaynaklarından gelir. Hazarlar hakkında büyük miktarda arkeolojik tanıtlar vardır. Bu tanıtlar Hazarların çeşitleri görünüş, ekonomik, sanatlar, ticaret, tarım ve balıkçılık vede ölülerin defnetme uygulamasını gösterir.
Soy: Hazar Türklerin kaynağı orta Asyadaydı. İlk Türk kavimlerinde çok çeşit vardı. Moğol fetihlerden önce çoğunlukla kırmızımsı saç vardı. Hazarların orijinal inançları Şamanlıkdı, dilleri Türkçe ve hayatları göçebeydi. Sonradan, Hazarlar Musevilik, İslamiyet ve Hıristiyanlık dinlerini benimsedi, İbranice ve Slav Dillerini öğrendi ve tüm kuzey Kafkas ve Ukraynadaki şehirlere yerleştiler. 5'inci ve 13'üncü asır arası 800 senelik zamanda Hazarların büyük tarihinde etnik bağimsızlık göründü.
Güney Rusyada olan Hazarların 6'ncı asırdan evelki tarihi belirsizlik içindedir. 550 ve 630 yılları arası Göktürk İmparatorluğun bir parçasıydı. 7'inci asırların ortasında iç savaşlar yüzünden Göktürk İmparatorluğu sona erdi, Hazarlar bağımsızlığını başarı ile ele aldılar. Hazarların Kağanlığı ve politik sistemi yine Göktürklerden geldi bunun bir örneği Hazar Kağanın tevali.
Politik güç: Hazar İmparatorluğun en yüksek derecesinde, güney Rusya, kuzey Kafkaslar, doğu Ukrayna, Kırım, batı Kazakistan ve kuzey batı Özbekistan bölgeleri hükümü altındaydı. Sabar ve Bulgar gibi diğer Türk gruplar 7'inci asırda Hazarların yetkisi altına girdi. Hazarlar bazı Bulgarları (Asparuhun liderliği ile) bugünkü Bulgaristana zorla teşvik ettiler, bazı Bulgarlar Volga nehrinin üst kısmına göç ederek bağımsız Volga Bulgaristanını kurdular. Hazarların diğer kavimlere en büyük hakimiyet sürdüğü zaman 9'uncu asırdı, Slavlar, Macarlar, Peçenekler, Burtalar, kuzey Kafkas Hunları ve diğer kavimler kontrolu altındaydı ve bu kavimlerden vergi alınırdı. Tüm bölgenin Hazarların yetkisi altında olduğu için, o bölgenin denizi "Hazar Denizi" diye isimlendirilmiş, bugün bile Türk dileri, Farsça ve Arapçada bu isimle bilinir (Arapçada, "Bahr-ul-Khazar"; Farsçada, "Daryaye Khazar").
Dolaylı olarak bugünkü Bulgaristanın kuruluşuna sebep olan Hazarlar, Avrupa ilişkilerinde daha önemli bir rol oynadılar. İslam dünyası ve Hıristiyan dünyası arasında tampon bölge haline girerek Hazarlar İslamiyetin kuzey Kafkaslardan fazla ilerleyişini durduruldu. Bunun başarısına 7'inci asırın sonu 8'inci asırın başında Arap-Hazar savaşları oldu. Bu savaşların dolayısıyla Kafkaslar ve Derbent Kenti Hazar ve Arapların arasındaki sınır oldu.
Hazar İmparatorluğu
Kentler: Hazarların ilk başkenti Balancardı, Verkhneye Chir-Yurt arkeolojik sitesi ile bilinir. 720'lerde Hazarların başkenti Samandar oldu. Kuzey Kafkasların kıyılarına yakın, güzel bahçeleri ve üzüm bağları ile meşurdur. 750'de başkent Volga Irmağin kenarında olan İtil'e geçti. Ortaçağlarda "İtil" Volga Irmaği diye bilinirdi. İtil en az 200 sene daha Hazarların başkentiydi. Hazarların büyük ticaret merkezi olan Hazara, başkent İtil'e yakındı. 10'uncu asırın başinda Hazaran-İtil'in nufüsün çoğu Müslüman ve Musevi vede az sayıda Hıristiyan vardı. Başkentde çok Cami vardı. Yakında olan adada Kağanın sarayı vardı. Bu ada etrafı çember halindeydi, kiş vaktinde Hazarlar başkentde kalıyordu, ilkbahar ve yaz vaktinde etrafında olan bozkırlarda tarla sürerler idi.
Ukrayna'nın başkenti Kiev, Hazarlar tarafindan kuruldu. Kiev Türkçe'ye ait bir kelimedir (Kuyu Ev). Musevi Hazar topluluğu Kiev'de yaşıyordu. Musevi Hazar topluluğun diğer yaşadığı kentler Çerson, Kerç, Feodosya, Fanagorya ve Sari Kaleydi. Bu kentlerin yöneticileri çoğu zaman Musevilerdi. 834'de Don ırmağında önemli bir kale kuruldu. Bu kale Bizans ve Hazarlar ile beraber kuruldu, kuruluşunda bizans muhendis Petronas Kamateros hizmette bulundu.
Uygarlık ve ticaret: Hazarların başlıca ürünleri pirinç ve balıkdı. Ayrıca Hazarlarda arpa, buğday, karpuz, kenevir ve salatalık üretilirdi. Volga Irmağın etrafındaki bölgeler çok verimliydi, Hazarlarda az yağmur olduğu icin bu bölge çok önemliydi. Kürk ihtiyaçlarını karşılamak için tilki, tavşan ve kunduz avlanıyordu.
Hazar İmparatorluğu Avrupa ve Asya'yı bağlayan önemli ticari yoldu. Misal olarak, "İpek Yolu" Çin, Orta Asya ve Avrupa için önemliydi. Hazar ticari yollarında ipek, kürk, balmumu, bal, mücevherat, gümüş eşya, madeni para ve baharat ticareti yapılıyordu. Pers'in Musevi Radhanit işadamları İtil'den geçerek batı Avrupa, Çin ve diğer ülkelere girdiler. İpek Yolu ticaretinden İranlı Sogdan'larda yararlandı, lisanları ve alfabeleri Türkler arasında kullanıldı. Hazarlar Horosan (kuzey batı Özbekistan), Volga Bulgaristan, Azerbaycan ve Pers ile ticari ilişkiler kurdular. Hazarların çifte kraliyet sisteminde, Kağan üstün liderdi ve Bey siviller arasında liderdi. Kağanlar Türklerin Asena ailesinden geliyordu, ortaçagın başlangıcında diğer Orta Asya devletlerine Kağanlar vermişlerdir. Hazar Kağanları Bizans, Abbas, Macar ve Ermeni liderler ile ilişki kurdular. Bir miktarda Hazar Kağanları Hazarların dinine etki oldular, yine de diğer dinlere tölerans gösterdiler, Kağanlar Musevi dinini kabul ettikleri zaman Hıristiyan Rumlar, putperest Slav ve İranli Müslümanlar egemenliklerinde kalıyorlardı. Başkentlerinde Hazarlar yedi kişi ile yüksek mahkeme kurdular, her dinin temsilcisi vardı (çağdaş Arap tarihe göre, Hazarlar Tevrat ile hüküm gördüler, başka kavimler diğer kanunlar ile hüküm gördü).
Arkeolojik tanıtlara göre eski tarihden bu yana Yahudi topluluklar Kırımda yaşamıştır. Kırımın Hazar kontrolü altına geldiği çok önemlidir. Persli Mazdaklarından kaçan Yahudiler Kırımdaki Yahudi topluluklara sonradan eklendi, Bizans İmparatorları Leo III ve Romanus I Lekapenus'un eziyetlerinden kaçan Yahudiler. Al-Mesudi, Schechter mektupları ve Saadiah Gaon'a göre bugünkü Özbekistan, Ermenistan, Macaristan, Suriye, Türkiye ve Irakdan Hazar İmparatorluğuna göç ettiler. Arap yazarı Dimaşki'ye göre bu göç eden Yahudiler dinlerini Hazar Türklerine teklif ettiler, Hazarlar kendi dinlerinden vaz geçip Museviliği kabul ettiler. Hazarların din değişimine Yahudi Radhanit işadamlarının etkisi oldu. Hazarların Museviliği kabul etmeleri belki bağımsızlığının bir politik simgesiydi, Hazarlar Müslüman halife ve Hıristiyan Bizans İmparatorluğun arasındaydı.
Bulan Kağan ve Obadiah Kağanın önderliği ile, Hazarlar arasında ortodoks Musevilik yayılmış, 860'da Bizansın etkisi ile Sent Siril Hazar İmparatorluğuna gelerek Hazar halkını Hıristiyanlığa teşvik etmeye başlamış fakat sonunda başaramamış çünkü Hazarlar Museviliğin temel esaslarını benimsemişlerdi. Buna rağmen Sent Siril Slavların çoğunu Hıristiyanliğa benimsetti. Musevi, Hıristiyan ve Müslüman temsilcileri ile görüşerek, 838'de Bulan Kağan Museviliği benimsedi. Hazar esaleti ve genel halk Museviliği benimsedi. Sonradan Obadiah Kağan Hazar İmparatorluğunda Havralar ve Musevi okullar açtı. Hazarlara Mişna, Talmut ve Tevrat çok önemli oldu. 10'uncu asırda Hazarlar ibrani harfler ile yazmaya başladı. O asırdaki mühim dökümanlar İbrani dilinde yazılmıştır. Ukraynalı Profesör Omeljan Pritsak'in tahminine göre Hazar İmparatorluğunda 30,000'e kadar Musevi yaşıyordu 10'uncu asırda. İsveçli parabilimci Gert Rispling 2002'de bir Hazar Musevi parası buldu.
Hazar Pehlivanları Genelde, Hazarlar hoşgörülü ve verimli bir toplulukdu, dünyanın her yer ile ticari temasda. Hazarların sanatkâr ve sanayi yeteneklerini gösteren çok eserler kaldı.
Gerileme ve yıkılma: 10'uncu asırda, İskandinav hakimiyeti altında olan doğu Slavlar birleşdi. Prens Oleg tarafından yeni devlet kuruldu, Kievli Rus. Hazarların çifte kralıyet sistemini benimsediler. Hatta Rus Prensleri Kağan rütbe ismini aldılar. Çernigov, Gnezdoro, Birka (İsveç) ve Kiev'deki Viking mezarlarında arkeologlar Hazar veya Hazar tipinde eşyalar buldular (giyisi ve çömlek). Kievli Rusda yaşayanlar kanuni sistemlerini Hazar tipinde kurdular. Doğu Slav lisanın bazı kelimeleri Hazar Türkçesinden geldi: Örneğin, bogatyr ("cesur şovalye") Hazar kelimesi bağatur'dan geliyor.
10'uncu asırın sonunda ve 11'inci asırın başında Hazarların eski karaları Rusların eline geçti. 965'de en yıkıcı yenilme oldu, Rus Prensi Svyatoslav Sarı Kale istihkamını fethetti. İki sene sonra İtil'i fethetti, bundan sonra seferi Balkanlara geçti. Ülkelerin kayıbına rağmen, Hazarlar kaybolmadı. Bazıları batıya doğru Macaristan, Romanya ve Polonyaya göçederek diğer Yahudi topluluklarla karıştılar. Timothy Miller, 11. yy. civarında Musevi Hazarların Bizans İmparatorluğu'ndaki Pera Yahudi cemaatinin üyesi olduklarını keşfetti. (bkz: Timothy S. Miller, "The Legend of Saint Zotikos According to Constantine Akropolites," Analecta Bollandiana c.112, 1994, sayfa 339 - 376)
Türk ve dünya tarihi açısından Hazarlar
* Karadenizin kuzeyi ve Kafkasları Türkleştirdiler. * Hükümdar ve yönetim kesiminin sonradan Musevilik dinini seçtiği tek Türk kavmidir. * Dini hoşgörü egemen bir yapı oluşturdular. * Göktanrı dini dışında olmalarına rağmen Türklüklerini kaybetmediler, asimile olmadılar. * Araplarla ilk karşılaşan Türk devletidir. * Hazar Denizi'ne isimlerini verdiler. * Ruslar devlet örgütlenmelerinde ve ticarette Hazarları örnek almışlardır. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Uygurlar - M.S.744-840 Ptsi Kas. 17, 2008 5:23 pm | |
| Uygurlar - M.S.744-840 Göçebe yaşantıyı terkederek ilk yerleşik hayata geçen Türk örgütlenmesidir
Uygurlar Orhun kitabelerinde, ilk defa, 717 yılındaki ayaklanmalar münasebeti ile zikredilen Uygurlar, Çin kaynaklarında çok eski zamanlardan beri adlarının çeşitli şekilleri ile anılmışlardı. Uygur adının manası, 974 te tamamlanan Çince Kiu Wu Tai adlı eserde şahin sürati ile dalaşan ve hücum eden diye açıklanmakta, fakat, diğer taraftan kelime uy (takip etmek) + gur tarzında (Sal-gur gibi) meydana geldiği belirtilmektedir.
Uygurların Menşei
Çin kaynaklarına Asya Hunlarından indikleri belirtilen Uygurların bir menşe efsanesine göre ataları Hun hükümdarlarının kızı ile bir kurttan türemiştir. Tabgaçlar devrinde (386-534) Kao-kü (Kao-che) adı ile görülen ve 5. asrın 2. yarısında bir beylik kuran Uygurlar daha sonra bütün yukarı Orta Asya yı kapladığı anlaşılan Tölesler in bir kısmını teşkil etmiştir ki, I. Gök-Türk Hakanlığı çağında o durumunu muhafaza ediyor ve o zaman Selenga ırmağı etrafında oturuyorlardı.
7. asrın ilk çeyreğinde Sir-Tarduşlar ın 6 kabileden kurulu birliğine katılmışlar, sonra P u-ku, Tongra, Bayırku ve Fu-lo-pu kabileleri Uygur kabilesi etrafında toplanarak, Uygur adını almışlardır. Beyleri Erkin ünvanını taşıyordu. Bu sırada 50 bin savaşçı çıkardıkları bilinmektedir.
I. Gök-Türk Hakanlığı nın çöküşe doğru gittiği yıllarda böylece ortaya çıkan Uygur Beyliği Erkin T e-kien tarafından idare edildi. Kie-li nin oğlu kumandasındaki Gök-Türk ordusunu mağlup eden (630 larda) P u-se zamanında Uygurlar kuvvetlenmiş, bilhassa P u-se nin annesi Vu-ho-hun un ciddiliği ve töre hükümleri hususundaki titizliği sayesinde beylik tamamen nizama girmişti. O zaman Erkin yerine İl-teber (Çincede Hie-li-fa) ünvanı kullanılmağa başlandı. İl-Teber liğin merkezi Tola nehri havalisinde idi.
İl-Teber T u-mi-tu, Tarduş başbuğunu mağlup ederek arazisini genişletti, sonra göneye Huang-ho ya kadar varan bir akın yaptı ve neticede Çin imparatoru tarafından tanındı (646). Kendini Kagan ilan etti, ülkesini Gök-Türk tarzında teşkilatlandırdı. 647 de Çin tarafından baskı altına alınmak istenen ve neticede Çin in tahriki ile öldürülen T u-mi-tu (648) nun oğlu P o-çu, Çin in On-Oklar başına kagan yaptığı Holu yu mağlup ederek Taşkent yakınlarına kadar ilerlerdi (656). Ondan sonra yerine geçen kız kardeşi zamanında gittikçe zayıflayan Uygur Beyliği nihayet Kapagan Kagan tarafından Gök-Türkler e bağlandı.
Uygur Hakanlığı nın Kuruluşu
745' de Gök-Türk idaresini yıkarak, Ötükende bir hâkanlık kuran Uygurlar 9 uruğ dan meydana gelen bir birlik olup Karluk ve Basmıllar ı da kendilerine bağladıklarından birlikteki kabile sayısı 11 e yükselmişti. Orhun kıyısındaki başkenti Ordubalık (sonraki Kara-balgasun yakınında) ı kuran ilk Uygur hâkanı Kutlug Kül Bilge 747 de öldü. Yerine oğlu Mo-yen-çur kagan oldu ( Tanrıda bolmuş il etmiş Bilge kagan 747-759).
Bugünkü kuzey Moğolistan da Şine-usu gölü yakınındaki Uygur hâkanlığının ilk devri için çok mühim olan, kitâbeden anlaşıldığına göre, ihtimâl o sırada Basmıllar ın birlikten ayrılmış olması dolayısıyla 10 kabileden kurulu Uygurlar ın hâkanı Mo-yen-çur, kuzeyde Kırgızlar la, batıda Karluklar ve onlara yardım eden Türgişler ve Basmıllar la, ayrıca Sekiz-oğuz, Dokuz-Tatar ve Çikler le savaşmış, hâkimiyetini Yenisey kaynakları, Çu-Talas havalisi, iç- Asya ve Kerulen e kadar yaymış, oğullarını yabgu, şad tâyin etmişti. Fakat asıl Çin üzerinde tesirli oldu.
Talas Savaşı
Karluklar tarafından desteklenen İslâm kuvvetleri ile Çinliler arasında cereyan eden büyük Talas muharebesi (751) inde Çinliler ağır mağlûbiyete uğramış, Tarım havzasının Uygurlar a geçmesini sağlayan ve Çin in Orta Asya dan çekilmesi ile sonuçlanan bu savaş üzerine, Çin de büyük hâdiseler olmuştur ki, bunların en mühimi, Türk anadan doğan An-lu-şan adlı bir kumandanın 200 bin kişilik bir kuvvetle Lo-yang (755) ve Ç ang-an (757) ı zapt ederek kendisini imparator ilan etmesi idi. Mo-yen-çur, T ang imparatoru Su-stung u destekledi. Lo-yang ı geri aldı (757). Çin yılda 200 bin top ipek vermeği taahhüt etti.
Uygur-Çin Münasebetleri
759 da yerine geçen Bögü Kağan (759-779) , (Tanrıda bolmuş il tutmuş Alp Külüg Bilge Kagan) da dikkatini karışıklıkların devam ettiği Çin e çevirmişti. Asıl niyeti T ang sülalesinin artık sözünün geçmediği Çin e hakim olmaktı. Uygur ordusunun Çin de görünmesi ile (762), hakanla akrabalık kurmuş olan Töles menşeli, Çin kumandanı P u-ku (Buku, Türk ünvanı) Hua-ien tarafından isyancılar zararsız hale getirildi ve Uygur ileri harekatı önlendi ise de, Türk nüfuzu Çin de çok artmıştı. Başkent ve şehirlerde pekçok Uygur serbestçe ticaret yapıyor, istedikleri kadar ipekli kumaş alıp, istedikleri fiyattan satıyorlardı.
Tibetlilerin hücumuna uğrayan Çin i korumak üzere P u-ku Huai-en in daveti ile Bögü nün yaptığı Lo-yang seferi (763) Türk kültür tarihi bakımından büyük neticeler doğurdu. Hakan Ötüken e dönerken, Uygurların hayat ve telakkilerinin değişmesi bakımından çok tesiri görülen Mani dinini Türkler arasında yaymak üzere, dört rahibi de beraberinde getirmişti. Böylece hayvani gıdalar yemeği yasaklayan, savaşçılık duygusunu zayıflatan, Hıristiyanlık- Mazdeizm-Budizm karışımı bir din olan Manihizm, haakan tarafından kabul edilerek Türk ülkesinde resmi bir mahiyet kazandı.
Manihaizmin Yerleşmesi
Kırgızlar üzerinde de bir zafer kazanan Bögü Kagan, akrabası nazır Baga Tarkan tarafından öldürüldü ve bu nazır hakan oldu (779-789. Alp Kutlug Bilge Kagan). Cesareti ve idaresi övülen, dünya nizamı için kanunlar hazırladığı bildirilen bu hakan Kırgızlar ı tekrar mağlup etti ve bir Çinli prenses ile evlenmesi sonunda, Uygur tüccarlarının Çin de tahakkümlerinden doğan bazı anlaşmazlıklar ortadan kalktı. Yerine ay Tangride Kut Bulmuş Kütlü Bilge Kagan (789-790) ve sonra bunun oğlu Kutlug Bilge (790-795) hakan oldular. Eskiden beri Çin e karşı ilgi duyan Tibetliler o sırada Beş-balık havalisinde bulunan Şa-t o (Çöl) Türkleri ile anlaşarak, baskınlara başlamışlardı.
Çin i korumayı, iktisadî ve kültürel sebeplerle, gelenek haline getirmiş olan Uygurlar, kuvvet göndererek tecavüzleri önlemek istedilerse de başarıya ulaşamadılar. İtibarı sarsılan hakan öldürüldü. Ötüken de karışıklık çıktı. Fakat 795 te hakan olan, sevilmiş kumandan ve idare adamı Kutluk (795-805), ay Tangride Ülüg Bulmuş Alp Kutlug Bilge Kagan ile, sonraki Ay Tangride Kut Bulmuş Külüg Bilge (805-808) zamanlarında bir huzur devri açıldı. İktisadî faaliyet gelişti. İç Asya nın mühim ticaret şehirlerine nüfuz edildi.
Dış siyaset yönünden zamanı oldukça sakin geçen hakan Ay Tangride Kut Bulmuş Alp Bilge (821-824) başkentte Kara-balgasun kitabesini diktiren hakandır ki hükümdarlığı başarılı geçmiş, Türkistan üzerine sarkmak isteyen Tibetlileri durdurmuş, hakanlığa bağlı Karlukların başına yeni bir yabgu tayin etmiş ve ta Sogd bölgesine kadar ticarî münasebetleri geliştirmiştir. Fakat sonra memlekette karışıklık baş gösterdi. Hakan Alp Bilge 832 de öldürüldü, Alp Kütüg Bilge Kagan (832-839) da nazırının tahrik ettiği bir isyanda telef oldu.
Uygur Devleti nin Ortadan Kalkması
Gittikçe yoğunlaşan Manihaizm tesirleri dolayısıyla Uygurlar da görülen gevşemeye karşılık, Yenisey bölgesinde yeni bir kudret halinde kendini gösteren ve 20 yıldan beri Orhun bölgesini baskı altında tutan Kırgızlar 840 yılında kalabalık kuvvetlerle Uygur topraklarına girdiler. Kara-Balasan u zapt ederek hakanı öldürdüler. Ahaliyi kılıçtan geçirdiler. Ötüken de devletleri yıkılan Uygurlar kütleler halinde yurtlarını terk ederek Çin sınırlarına ve daha kesif olmak üzere, zengin ticaret merkezlerinin bulunduğu İç-Asya ya, Beş-balık, Turfan, Kuça vb. sahasına göçtüler.
Hakanın ailesinden iki kadreş tarafından idare edilen bu göçten sonra Uygur tarihinin ikinci safhası başladı. Göç sırasında, başlarında, kendileri tarafından kağan seçilen prens Vu-hi Tegin (841846) in bulunduğu Uygurlar bir müddet bazen Kırgızlar, bazen Çinliler tarafından hırpalandıktan sonra, bir kısmı Çin tabiiyetine girerken, diğerleri, 5. asırdaki eski yurtlarına, batıya doğru yollandılar ve her iki tarafta da devletler kurdular. Fakat bunlar artık Bozkır Türk Devleti nden farklı idiler. Hakimiyeti genişletme düşüncesinde olmamış, büyük siyasî çatışmalara girmemiş, başta Çin hükümetleri olmak üzere, komşuları ile dostluk ve ticaret münasebetlerini devam ettirmeyi tercih etmişlerdir. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Geri: Şanlı TÜRK Tarihi Ptsi Kas. 17, 2008 5:24 pm | |
| Kan-Çou Uygur Devleti
Bir kısım soydaşlarının aşağı yukarı 150 yıldan beri sakin bulunduğu Kan-su bölgesine gelerek, buranın merkezi Kan-çou da yerleşen Uygurlar, Çin ile daha ziyade ticari faaliyetler üzerine kurulu iyi münasebetlerini, imparatorların kızları ile Uygur prenslerinin evlendirilmeleri gibi akrabalık bağları ile de sağlamlaştırmışlardır. Ancak T ang sülalesine karşı isyanların arttığı 10. asır başlarında Kan-su Uygurları, bağlı oldukları ve merkezi Tun-Huang (ünlü Bin-Buda mağaralarının bulunduğu yer) olan Çin askerî bölgesi ile ilgilerini kestiler. Burada 905 yılında, muhtar bir devlet kuran bir asi general Batı hanları nın Altın-dağ kırallığı adını verdiği bu devlete Uygurları tabi tutmak istemiş fakat Kan-çou Uygurları tarafından gönderilen Tegin adlı kumandanın idaresindeki ordu Tun-huang ı kuşatarak halkı kıral ı teslim etmeğe zorlamıştı (911) ki, bu hadise üzerine Uygurların batı kolu da istiklal kazanmıştır.
Kan-Çou ve Tun-huang Uygurları, büyük bir askeri kudret gösterememişler, bu sebeple de haklarında fazla bilgi mevcut olmamıştır. 10. asrın başından itibaren Mançurya ve Kore kabilelerini toplayarak kuzeyde bir baskı unsuru halinde beliren ve bilhassa 5. Sülale devrinde Çin in bazı kısımlarını ele geçiren K itan lar nihayet bir hanedan (Liao Sülalesi, 907-1211) kurarak Kuzey Çin de hükümran oldukları zaman, Uygur Devleti de onları (940 tan sonra) ve daha sonra 1028 lerde Tangutlar ın nüfuzu altına girdi. 1226 da da Cengiz Han Mogolları nın tahakkümü altına düştü. Kan-çou Uygurları daha o sıralardan beri Sarı Uygurlar diye bilinen Türk kavmidir ki, hala batı Çin sahasında yaşamaktadırlar.
Doğu Türkistan Uygur Devleti
İç Asya ya doğru göçen Uygurların başında, Vu-hi Tegin in kardeşi, Ngo-nie Tegin bulunuyordu. Kendisi 13 Uygur kabile birliğinin son kagan ı (846-948) kabul edilmektedir. Batıya gelen Uygur kolu Tanrı Dağları, Beş-balık, Turfan taraflarına yerleşerek, 840 da Kara-Balasagun da istilacılar eli ile öldürülen Uygur hakanının yeğeni, Mengli yi kagan (Ulug Tangride Kut Bulmış Alp Külüg Bilge) seçtiler (856). Tibetliler in hücumuna karşı, nüfuzu altında tutmak istediği bu bölgede kendisine bir dost arayan Çin, bu Uygur Devleti ni derhal tanıdı. 873 e doğru kagan ın Buku Cin olması muhtemeldir.
T anglar, ismen de olsa, kendilerine bağlı ve siyasetlerine uygun bir tutum içinde bulunan bu Uygur devletinin, meşru Çin idaresine isyan eden Turfan, Beş-balık askerî valilerini ortadan kaldırarak Hami ye kadar hakimiyet kurmalarına şüphesiz müdahale etmiyorlardı. Bu suretle siyasî nüfuzu gittikçe artan ve İç-Asya nın ticaret yolları üzerinde olması ile de iktisaden gelişen Uygur Devleti aynı zamanda Manihizm in bölgede yayılmasına vasıta oluyordu. Nitekim T anglar ın yıkılışı sırasında Tun-huang askeri bölgesini işgal eden Çin li kumandan, yukarıda bahsettiğimiz muhtar devlet ini kurarken Beyaz elbise giyen Gök-oğlu lakabını almıştı (Manihistler beyaz giyiyorlardı). Fakat bilindiği gibi, Kan-çou Uygurları bu muhtar devlet e son vermişler (911), bu tarihten itibaren Doğu Türkistan Uygur Devleti de müstakil olmuştu.
Bundan sonra, güneyde Tibet, Batı Türkistan da Karluk bölgesi ile sınırlı ve başlıca şehirleri Turfan, Kaşgar, Beş-balık, Kuça, Hami (Urumçi) olan ülkelerini müdafaa ile yetinerek sanat, edebiyat ve ticaret sahasında yükselen bu Uygur Devleti ile ilgili siyasi hadiseler hakkında fazla bilgi görülmüyor. Ancak 947 lerde başkentin Hoço (Doğu Türkistan da Kara-hoca = Kao-Ch eng) şehri ve yazlık merkezin de Beş-balık (Pei-ting) olduğu ve Gün Ay Tangride Kut Bulmış Ulug kut onanmış, alpın, erdemin, il tutmuş Alp Arslan Kutlug Kül Bilge Tangri Han ın devleti idare ettiği biliniyor. Uygur hükümdarlarına ıduk-kut lakabı verilmiş ve başkent Iduk-kut (İdi-kut) şehri diye anılmıştır.
Uygurlar hakkında en ilgi çekici bilgiye, Çin deki Kuzey Sung imparatoru tarafından 981 de Kara-hoça ya elçi olarak gönderilen Wang-ye tö nün seyahat notlarında tesadüf edilmektedir ki kültür tarihi bakımından büyük değer taşır.
Doğu Türkistan Uygur Devleti nde, doğu Uygur kolunda olduğu gibi, Budizm çok yayılmış, hatta Manihizm den üstün bir mahiyet almış, bunun yanında Nasturi Hıristiyanlık ve başlangıçta pek az olmak üzere İslamiyet tesirlerin göstermiştir. Müslüman-Türk Karahanlılar, Kaşgarlı Mahmud un eserinde (1074) kâfir diye bahsedilen Uygurlar la mücadele ediyor ve Uygur memleketinde İslamiyeti yaymağa çalışıyorlardı. Sonra İslamiyet Çin e Uygurlar vasıtası ile girdiği için oradaki ilk Müslüman Çinlilere Huei-ho (Uygur) denilmiştir.
Doğu Türkistan Uygur Devleti (1209) da Cengiz Han a bağlandığı zaman, o tarihe kadar Kara-Hitaylar a tabi durumunda olan Iduk-kut Barçuk Art-Tegin bulunuyordu. İslam kaynaklarında daima Dokuz-oğuz diye bahsedilen Uygurların hakimiyeti fiilen sona ermekle beraber, Moğollar tabiiyetinde olarak Uygur sülalesi, İduk-kut ünvanı ile, Çin de Ming devrinin başlarına, son Uygur İdi-kut u Ho-şang, Ming sülalesi kurucusuna teslim oluncaya kadar (1368) devam ettiği gibi, birçok Uygur, Cengiz Moğolları devletinde yüksek idari vazife almış ve Uygur medeni tesirleri Asya nın doğusu ve batısında asırlarca hissedilmiştir.
Uygur Kağanları Listesi
* Kutlug Bilge Kül Kağan (745 - 747) * Moyun-çor Kağan (747 - 759) * Bögü Kağan (759 - 779) * Tun Baga Tarhan (779 - 789)]] * Ay Tengride Kut Bolmış Külüg Bilge Kağan (789 - 790) * Kutlug Bilge Kağan (790 - 795) * Kutlug Kağan (795 - 805) * Ay Tengride Kut Bolmış Külüg Bilge Kağan (805 - 808) * Ay Tengride Kut Bolmış Alp Bilge Kağan (808 - 821) * Ay Tengride Ülüg Bolmış Küçlüg Bilge Kağan (821 - 833) * Ay Tengride Kut Bolmış Alp Külüg Bilge Kağan (833 - 839) * Ho-Sa Kağan (839 - 840)
---
* Kutluğ Bilge Kül-Kağan (745 - 746) * İl-Etmiş Bilge Bayınçur (Moyunçur) Kağan (746 - 759) * İl-Tutmuş Alp Külüğ Bilge Kağan (759 - 780) * Alp-Kutluğ Bilge Kağan (780 - 789) * Taras Külüg Bilge Kağan (789 - 790) * Oçur Kutluğ Bilge Kağan (790 - 795) * Alp-Uluğ Kutluğ Bilge Kağan (795 - 805) * Ay-Tengri'de Kut-Bulmuş * Tengri'de Kut Bulmuş Küçlüg Bilge Kağan * Alp - Külüg Bilge Kağan * Üge Kağan (839 - 845) * Bilge Bayınçur (II.Yoyunçur) Kadır Han (845 - 885) * Tafgaç Oğulçak Kadır Han (885 - 840)
Uygurların Türk tarihine katkıları * Göçebe yaşantıyı terkederek ilk yerleşik hayata geçen Türk örgütlenmesidir. * Göktanrı inancını bırakarak başka bir dine geçmişlerdir. (Mani ve Budacılık) * Türkler arasında sulu tarımın yaygınlaşması gerçekleşmiştir. * Matbaanın geliştirilmesinde Uygurların da katkısı olduğu görülür. * Yeni giysi dokuma aletleri bulmuşlardır. * Moğolların Türkleşmesine neden olmuşlardır. * Bilim, edebiyat ve sanatta diğer Türk devletlerine göre oldukça ilerlemiştir. * Savaşçılık faaliyetleri azalmıştır. * İl yerleşik Türk medeniyet örneklerini vermişlerdir. * Uygur alfabesini geliştirmişlerdir. * Uygur lehçesinde birçok kitap bırakmışlardır. * Uygur lehçesi, Çağatay lehçesinin temelini oluşturur. * Uygur alfabesiyle yazılı nesirlere örnekler: 1-Altın Yaruk 2-İki Kardeş Hikayesi 3-Sekkiz Yükmek | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Türgiş Devleti (Türgişler) - M.S.717-766 Ptsi Kas. 17, 2008 5:24 pm | |
| Türgiş Devleti (Türgişler) - M.S.717-766 Uygurlar zamanında yaşamış ve Uygurların komşusu olan bu Türk devleti; bugünkü Batı Türkistan'da kurulmuştur. Emevilerin büyük saldırılarıyla karşılaşmışlar ve Türk Dünyasını Emevilere karşı korumaya çalışmışlardır.
Türgiş Devleti (Türgişler)
Adlarının “Türk+ş” şeklinde gelişmiş olduğu bildirilen Türgişler, Talas - Çu - İli - Isık Göl sahasında oturuyor ve Batı Göktürkler'in (On-Oklar) To-lu kolunun bir kısmını teşkil ediyorlardı. Çin kaynaklarında, ilk defa 651 hadiseleri ile ilgili olarak zikredilen Türgişler (To-ki-şi), şüphesiz Göktürk Hakanlığı'nın kuruluşundan önceki devirlerden beri burada bulunuyorlardı, zira İstemi Kağan, 552’de Türgişler’in de dahil olduğu On-Okların başına “yabgu” tayin edilmişti. 630’u takip eden yıllarda Türgişlerin, diğer Türk toplulukları gibi, teşkilatlı bir mukavemet unsuru halinde ortaya çıktıkları anlaşılıyor.
İlk Türgiş şefi olarak görünen, Baga Tarkan unvanlı U-çe-le, başlangıçta bağlı bulunduğu tayinli (bağımlı bulunulan devlet, yani Çin tarafından atanmış) Batı Gök-Türk Kağanının idaresizliğinden faydalanarak, etrafına kuvvetler topladı. Kısa zamanda her birinin 7 biner askeri olan, 20 başbuğlu bir ordu kurmağa muvaffak oldu. Çu vadisinin kuzey-batı ucunda bulunan merkezini, kuzey-doğuya nakletti. Böylece, biri Çu üzerinde, öteki İli’nin kuzeyinde, iki merkeze sahip oldu. Çu bölgesinden başka, Turan ve Kuca “eyalet”lerine kadar hakimiyetini genişletti, durumun zayıfladığını görerek, ülkesini bırakıp Çin başkentine giden tayinli “kağan”ın ayrılmasından sonra, hemen bütün On-ok sahasını kendi idaresine aldı. Fakat, iktidarının bu sağlam devrinde (7. asrın sonlarında doğru), Kapagan Kağan idaresinde haşmetli çağını yaşayan Göktürkleri durdurmak maksadı ile Kırgızlar ve Çin ile işbirliği yapması, iyi netice vermedi.
Göktürk aleyhtarı üçlü ittifakın bir üyesi olduğu için üzerine yürüyen Tonyukuk tarafından mağlup ve esir edildi (698, Bolçu savaşı). On ok sahası, Göktürk hakanlığına bağlandı. U-çe-le’nin oğlu So-ko da merkeze itaatsizlik gösterdiği, Çin ile münasebet kurduğu için bu defa Kül Tigin ve Bilge’nin iştiraki ile, Kapagan Kağan tarafından, 711’de Bolçu yakınında hezimete uğratıldı ve telef edildi. Savaşın sebebi olarak Çin kaynaklarında bildirilen, Türgiş arazisinin paylaşılması sırasında çıkan anlaşmazlık ve kitabelerde “Kara-Türgiş” halkının itaate alındığının kaydedilmesi, Türgiş hanlığında bir bölünmenin vukua gelmediğini göstermektedir. So-ko’ya bağlı Kara-Türgişler’in mağlup edildiği, fakat, So-o’nun küçük kardeşi, Çe-mu’ya bağlı grubun (herhalde Sarı Türgiş) mücadeleye katılmadığı anlaşılıyor.
Kapagan’ın şiddeti yüzünden, karışıklık ve isyan hareketlerinin arttığı yıllarda, Çin’in hiç eksilmeyen kışkırtmaları neticesinde yine Türgişlerle uğraşmak zorunda kalındı. 712 veya 713’te Kül Tigin tarafından idare edilen ve Göktürkler için elverişsiz şartlara rağmen başarı ile sona eren bir Kara-Türgiş seferinden sonra, Türgişler Su-lu-çur adlı başbuğu “kağan” seçtiler (717) ki, Çin haberlerine göre Türk uruglarından mühim bir kısım, Bilge’den ayrılarak, yeni Türgiş hakanının hizmetine girmiştir.
Başkenti, Talas’ın kuzey-batısında, Balasagun şehri olarak, uzunca süren hükümdarlığı zamanında Su-lu, Maveraünnehir’den doğuya Arap ilerlemesini durdurarak Orta Asya Türk halkının “Arap tebaası” olmasını engelleyen ve üzerinde Türklerin tarihi hak sahibi bulunduğu Maveraünnehir’i yine Türk eline almağa çalışan bir hakan olarak görünür.
Araplarla bu mücadele devrinde, Arap ordularına karşı çıkanların hepsi, İslam kaynaklarında “Türk” olarak belirtilmektedir. Büyük mücadelede, şüphesiz bu bölgenin ve Seyhun ötesi Türk ülkelerinin, meşhur İç-Asya kervan yolu üzerinde yer almaları dolayısıyla, iktisadi ehemmiyeti de rol oynuyordu. Halife Ömer b. Abdülaziz (717-720) tarafından tayin edilen ilk vali El-Cerrah b. Abdullah’ın, Seyhun ötesinde giriştiği ilerleme teşebbüsünün, kumandanı durdurup muhasara ederek, Arap kuvvetlerini geri atacak şekilde gelişen Türk mukavemeti karşısında sarsılması, Emevileri, aradaki Türk engelini kaldırmak için, Çin ile temaslar kurmağa sevk etmiş, bu maksatla şüphesiz Arapların müsaadesi ve teşviki ile, gerek Maveraünnehir hükümdarlarından, gerek doğrudan doğruya Araplardan heyetler gönderilmiş ise de, hiçbir netice elde edilememişti. Çünkü, Arap ordularının, Seyhun ötesine geçmeleri ile aynı zamanda (719) başlayan, Çin’in, batıya doğru Göktürk hakanlığının akamete uğrattığı genişleme siyaseti, bu defa Türgiş duvarına çarpma tehlikesi ile karşılaşmakta idi.
Çin’in şimdilik “durumu idare” yoluna girmesi dolayısıyla da kendilerini serbest hisseden Türgişler, batıda faaliyete geçtiler. Bunun üzerine Maveraünnehir’de başlayan Arap aleyhtarı hareketler, Türgiş baskısına iyiden iyiye yardımcı oluyordu. Seyhun’u aşarak Maveraünnehir’e giren Türk ordusu kumandanı Kül-çur, Semerkand yakınına kadar sokularak, ilk büyük başarıyı kazandı. Başında, yeni kumandan Said b. Abdülaziz’in bulunduğu Arap kuvvetlerini mağlup ve kumandanını bir müddet çember içinde tuttu (721). Bu vali değiştirildi. Yerine gelen el-Haraşî (721 sonbaharı) şiddet oyununa başvurup, yerlerini terk eden halkı Hocand (Hocend) bölgesinde teslim olmaya zorlayarak hepsini öldürttüğü için, canlarını kurtarabilenler, kütleler halinde, Türgişler’e sığınıyorlardı.
Maverannehir’de, tam bir ihtilal havası esmekte idi. Halife Hişam (724-743), bu valiyi de azlederek, yerine Müslim b. Said’i getirdi (724 başları). Arap askeri kuvvetleri arasında da ihtilaf baş göstermiş ve Yemenli kuvvetler, tedip edilmişlerdi. Fergana’ya yürümek üzere Müslim b. Said idaresinde, Seyhun’u geçen Arap ordusuna karşı, bizzat Hakan Su-lu çıktı. Ordusuna ricat emri veren Müslim, susuz yollardan, aralıksız ve cebri yürüyüş ile 11 gün çekildi ve taşıyamadıkları için bütün ağırlıklarını yakmaya mecbur kaldıktan sonra, Seyhun kıyısında, Türgişlerle işbirliği halinde bulunan yerli kuvvetler tarafından durduruldu. Suya erişememişti. Arkadan hakan hızla gelmekte olduğu için, bin zorluk ile önlerindeki engeli aşan Arap kuvvetleri, ağır telefat ve zayiat pahasına, Semerkand’a doğru çekilmeğe muvaffak oldular.
724’te Seyhun ötesindeki bütün Arap kuvvetlerinin geri atılması ile neticelenen ve her tarafta Arap nüfuzunun kırılmasına sebep olan bu seferdeki hezimet, Arapları uzunca bir müddet müdafaada kalmaya zorlamış ve yalnız Maveraünnehir’de değil, Toharistan’da ve diğer güney bölgelerinde, idareciler ve halk, Türgişler’e kurtarıcı gözü ile bakmağa başlamışlardı. Türk kuvvetlerinin bütün ülkeye yayıldıkları ve Maveraünnehir Arap muhafız kıtalarının merkezi Semerkand önünde bile göründükleri bu sırada, Horasan valisi tekrar değiştirildi. Fakat, yeni vali Esed b. Abdullah, 726’da Huttal’da Su-lu Kağan karşısında başarısızlığa uğradığı için, bütün Maveraünnehir Arap iktidarının tehlikeye düştüğü bir zamanda azledildi. Ülkede, Emevîlere karşı Şii ve Abbasî propagandası da hızlanmakta idi. Hakan Su-lu, durumdan faydalandı, yerli muhaliflerle ahenkli bir şekilde çalışarak, Buhara’yı zaptetti (725).
Arap idaresi, Semerkand, Debusiya şehirleri ile iki küçük kaleye münhasır kalmıştı. Yerli halka birçok haklar bahşetmesine rağmen ümit ettiği ilgiyi göremeyen yeni vali Eşres b. Abdullah es-Sulemî, Beykent yakınlarında hakan tarafından sıkıştırılarak, ikinci bir “susuzluk vakası”na maruz kaldı, nihayet Semerkand’a doğru çekilmekte iken yetişen hakan ve Kül-çur idaresindeki Türgiş kuvvetleri tarafından, Kemerce kalesinde 58 gün müddetle kuşatıldı. Artık, Harezm’de bile Araplara karşı kımıldanmalar görülüyordu. Su-lu’nun maksadı, Semerkand’daki Arap merkez ordugâhını düşürüp, Arapları Maveraünnehir’den tamamen atmaktı. Bu sebeple, Semerkand’ı kuşatmağa hazırlandığı sırada, çarpışmaya cesaret edemeyen karargâh kumandanı Sevre b. Hur, yeni tayin edilen Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman el-Murî’yi, Merv’den imdada çağırdı.
Fakat, Türgişler tarafından yolu kesilmişti. Zaruri olarak, geçilmesi müşkül dağ yollarına düşen Cüneyd, Savdar dağlarının dar geçitlerinde, hakan tarafından sıkıştırıldı, yorgunluğa ilaveten susuz da kalan ordusu, yer-yer baskına uğruyordu. Nihayet, 12 bin kişilik kuvvetinden 10 bininin telef olması karşılığında, Semerkand’a ulaşabildi (Geçit Savaşı = Vak‘atü’ş-Şi‘b). Durumdan haberdar edilen Halife Hişam’ın emri ile, Kûfe ve Basra’dan 20 bin kişilik bir takviye ordusu Semerkand’a gelirken, kış da yaklaşmakta olduğundan, daha fazla kalmak istemeyen hakan, Buhara’yı da tahliye ederek, çekildi (732). Cüneyd’in 734 başlarında ölümü ile, zaten Arap nüfuz ve kudreti iyice kırılmış olan Horasan vilayetinde “siyah bayrak açan”, Abbasi taraftarı, Haris b. Sureyc’in isyan ederek Belh’i, arkasından valilik merkezi Merv şehrini zaptetmesi, Maveraünnehir’de durumu büsbütün karıştırdı.
Yeni valilerin, üç sene (734-737) kendisi ile uğraşmak zorunda kaldıkları Haris, sonunda Türgişler’e iltica etti. Hakan Su-lu, Maveraünnehir’e karşı son seferinde hayli müttefik bulmuştu: Haris taraftarlarından başka Sogd hükümdarı (yani Gurak veya oğlu), Usruşana hakimi, Şaş (Taşkent bölgesi) hükümdarı, Hutta hükümdarı. Bu liste, “Maveraünnehir’deki Arap nüfuzunun nasıl Türklere geçmiş olduğunu” açıkça göstermektedir. Hakan, Belh’e doğru ilerledi. Cüzcan’a girdi, önce Toharistan’ı Araplara karşı ayaklandırarak mahallî bir destek sağlamayı faydalı görüyordu. Fakat, vali Esed b. Abdullah, hakanın ordusunu arkadan vurmağa muvaffak oldu (737 Haristan Savaşı).
Esasen Su-lu, Araplarla birleşen Cüzcan hükümdarının hıyanetine uğramıştı. Memleketine dönen Su-lu Kağan, herhalde ömrünü harcadığı bu mücadeleye devam edecekti, fakat kendisi, o zamanlara kadar büyük hizmetlerini gördüğü Kül-çur (=Baga Tarkan) tarafından öldürüldü (738). Çin’in Türk başbuğlarını birbirine düşürme esasına dayanan tahrikçi siyaseti, bir daha hedefine ulaşmış ve Kara Türgişler’le Sarı Türgişleri birbirine iyice düşman etmişti. Sarı Türgişler, mücadeleyi kazandılar. Başbuğları Baga Tarkan (Kül-çur), rakibi Kara Türgiş başbuğu Tu-mo-çe’yi mağlup ederek ve onun “kağan” yapılmasını istediği Su-lu’nun oğlunu ortadan kaldırarak, kendini “kağan” ilan etti. Bu arada, Çin’in On-oklar “kağanı” tayin ettiği, Aşına ailesinden son hakan olan Hin’i mağlup edip öldürmesi, (739), Çin’i bu defa Kara-Türgişleri desteklemeğe sevk etti.
742’deki Türgiş kağanı İl-etmiş Kutlug Bilge, bir Kara-Türgiş başbuğu idi. 753’te hakan ilan edilen Tangri Bulmuş bir Kara Türgiş idi. İki taraf arasındaki uzun süren mücadeleye, Karluklar da karışmışlar, Türgiş iktidarı büsbütün zayıflamıştı. Nihayet, 20 sene içinde gittikçe kuvvet kazanan Karluklar; To-lular ve Nu-şi-piler arasında üstünlük kazanarak, ağırlık merkezi Çu vadisi olmak üzere, kendi hakimiyetlerini kurdular (766). | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Karluk Devleti - M.S.766-840 Ptsi Kas. 17, 2008 5:25 pm | |
| Karluk Devleti - M.S.766-840 Onoklar soyundan gelen Karluklar Türgiş Devletini bertaraf ederek Batı Türkistanda devlet kurdular. Karluklar Talas Savaşına kadar Karluk Devleti olarak devam etti. Daha sonra Karahanlılara dönüştü.
Karluk Devleti İlk olarak, Çin yıllığı T’ang-shu’da (7. asır) zikredilen (Ko-lo-lu) ve adları karlık (kar yığını) manasına gelen Karluklar’ın, Türk soyundan geldikleri ve Göktürkler’in bir boyunu teşkil ettikleri, aynı Çin kaynağında belirtilmiş ve oturdukları saha olarak da, Altaylar’ın batısındaki Kara-İrtiş ve Tarbagatay havalisi gösterilmiştir. On-oklar’ın bir kısmını meydana getirdikleri anlaşılan Karluklar, bu arada üç kabileden kurulu bir birlik halinde bulunuyorlardı (Üç-Karluk). Daha, İstemi Kağan zamanında, Türk hakimiyetinin Hazar'ın kuzeyi ve Maveraünnehir’e doğru genişlemesinde, şüphesiz büyük rolleri olmuştur. 630-680 yılları arasında, diğer Türk boyları, gibi, bunların da zaman zaman Çin’e başkaldırdıkları görülmektedir.
640 sıralarında, Çinliler tarafından mağlup edilerek (650), P’ei-ting eyaletine (Tanrı Dağları’nın kuzey sahası) bağlandılar. Fakat, boya bağlı her kabile, kendi reisleri tarafından idare ediliyordu. Bu haberi veren Çin kaynaklarının, 665’e doğru Karlukların, Çin nüfuzundaki ne Batı ne Doğu Göktürk kanadına bağlı olmaksızın yaşadıklarını kaydetmesi dikkate değer. Evvelce Kül-Erkin unvanını taşıyan Üç-Karluk beyi, bu tarihlerde “Yabgu” unvanını almıştı ve kuvvetli bir orduya sahip idi.
Daha sonra, Kapagan Kağan tarafından II. Göktürk Hakanlığı'na bağlandığını gördüğümüz Karluklar, Çin’in de teşvik ve tahriki ile Göktürkler'e karşı ayarlanarak şiddetli mücadelelerde bulunmuşlardı. Bilge Kağan’ın ölümünden sonra, tekrar faaliyete geçerek Uygurlar ve Basmıllar’la birlikte, Göktürk Hakanlığı'nın yıkılmasında müessir oldular. Basmıllar hakim duruma geldikleri sırada (742) “Sağ yabgu” mevkiini alan Karluk başbuğu, Uygur hakanlığının kurucusu Kutlug Kül Bilge zamanında daha üstün sayılan “Sol Yabgu”luğa yükseltildi. Fakat bu Karlukların tamamını temsil etmiyordu. Beş-balık havalisinde oturan Karlukların, kendi seçtikleri ayrı bir yabguları vardı: Ton-Bilge. Ancak Ötüken’de yeni kurulan Uygur hakanlığı, bütün Karluklar tarafından üst tanınıyor ve yabgular, hakana bağlı bulunuyorlardı.
Batıda, Emevi-Arap ilerlemesini durdurmuş olan Türgiş Hakanlığı'nın çöküntüye doğru gittiği tarihlerde, Orta Asya Türk ülkelerinin korunması gibi tarihi bir vazife, bu defa, Karluklar’a düşmüştü. Gerçi Maveraünnehir yine Arapların nüfuzu altına girmiş ve Seyhun ötesinde bazı Arap ilerleme teşebbüsleri görülmüştü, fakat bunda artık eski devir Emevi istilacılığını müşahede etmek müşküldü. Zira, gittikçe hızını artıran Abbasi propagandası, Emevîlerin, imtiyazlı “Arap milleti adına fetih” düsturu yerine, bütün Müslümanlar arasında farklılığın kaldırılması ve eşitlik düşüncesini yayıyordu.
Böylece, Arap bakısının iyice hafiflemesi, Çinlileri Orta Asya’da bir iktidar boşluğu husule geldiği zehabına götürmüş, bundan dolayı Çinliler, eski Orta Asya siyasetlerini canlandırarak, Karluklar’ın dahil bulunduğu bölgeye yeniden el koymak istemişlerdi. Bu suretle, neticede meşhur Talas Savaşı meydana geldi (751 Temmuz). Müslümanlarla Çinliler arasında cereyan eden bu savaşa kadar, Karluklar, T’ang’lar tarafını tutmakta idiler. Fakat onların gittikçe açığa çıkan siyaseti karşısında, son anda, Araplarla işbirliği yaparak, Çinlilerin ağır mağlubiyete uğramasını sağladılar. Tarım havzasından itibaren batı, Karluklar’a; doğu bölgesi, Uygurlar’a ait olmak üzere Orta Asya’nın yeniden Türk hakimiyetinde kalmasını temin eden bu savaşta uğradığı hezimet yüzünden, Çin, ağır iç buhranlara sahne olmuş ve artık bir daha batı ile ilgilenememiştir.
Karluklar, kısa bir müddet, Uygurlar’la Orta Asya’da iktidar yarışına giriştiler ise de, Uygur Kağanı Mo-Yen Çur karşısında tutunamayarak (756), Tarım bölgesinden ayrıldılar, daha batıya çekildiler ve 7-8 yıl içinde Tarbagatay ve Cungarya’ya 766’da da çöken Türgiş hakimiyetinin yerine, Talas sahasına yerleşmek suretiyle, eski Batı Göktürk Hakanlığı sahasında hakimiyet tesis ettiler. Başkentleri Balasagun idi. Ötüken’in üstünlüğünü tanımakta devam ediyorlar, aynı zamanda, siyasi bir isim olarak “Türkmen” adını da taşıyorlardı.
Kendi soylarını Göktürk hakan ailesi Aşına sülalesine bağlayan Karluk yabguları, hakimiyetin “Kutlu Ötüken” ülkesi ile sıkı alâkası olduğu inancını muhafaza ediyorlardı. Fakat Uygur Hakanlığı orada yıkılınca (840), Kırgızlar’ı dikkate almayan Karluk yabgusu, Türk hakanlarının “meşru halefi” sıfatı ile kendini “Bozkırların kanunî hükümdarı” ilan ederek Kara Han unvanını aldı ve merkez olarak da eski Türgiş başkenti Balasagun yanındaki Kara-ordu (veya Kuz-ordu)’yu seçti. Böylece, gelecekteki büyük Karahanlı Devleti’nin temelini atmak gibi ikinci bir tarihi rol oynayan Karluklar o sırada İslam dünyasının en yakın komşuları olduklarından, Arapça-Farsça eserlerde kendilerinden çok bahsedilmiş (Karluh, Halluh) ve Hududü’l-Alem’de (10. asrın son çeyreği) verilen bilgiye göre Karluk ülkesi; doğuda Tanrı Dağları, Yağmalar ve Oğuzlar, kuzeyde Tohsılar, Çiğiller ve Dokuz-Oğuzlar, güneyde Yağmalar’ın bir kısmı ve Maveraünnehir ile sınırlanmış çok bakımlı bir memleket olup “Türk ülkelerinin en güzeli” idi. Eserde, burada mevcut olan 15 şehir ve kasabanın adları sayılmakta ve Türk kabileleri zikredilmektedir.
Karahanlı Devleti’nin esas kütlesini meydana getiren Karluklar, bu hanedan üyeleri arasında mücadeleler baş gösterdiği tarihlerde devlete karşı cephe alarak huzursuzluk çıkarmağa başladılar ki, bu tutumlar Kara-Hitay hakimiyetinin Orta Asya’da çabucak gelişmesinde tesirli olmuş görünmektedir. Kara-Hitay hükümdarı Yel-lu Ta-şih (Kür-Han) 1137’de Semerkant Karahanlı hanı Mahmud’u mağlup ettiği zaman, bu han tarafından dayısı olan Büyük Şelçuklu Sultanı Sencer’e yapılan şikayet, uğranılan mağlubiyette Karluklar’ın dahli olduğunu göstermektedir.
Sultan Sencer de Karluklar’ı takip etmek için çıktığı seferde karşısında Kür Han’ı bulmuştu. Sencer’in bu savaşta mağlubiyeti (1141 Katvan Savaşı) çok mühim bir hadise olarak, “put-perest” Kara-hitaylar’ın ta Horasan sınırlarına kadar sokulmalarına yol açmıştı. Harezmşahlar (İl Arslan zamanı) ile Kara-hitaylar arasında da bir çok anlaşmazlıklara sebep olan Karluklar’ın, bu arada Başbuğları Yabgu Han öldürüldü (1157), diğer bir Karluk başbuğu Ayyar Bey, Kara-hitaylar tarafından esir edildi. (1172).
Maveraünnehir sahasındaki bu karışıklıklara sebep oldukları görülen Karluklar’a karşı Harezmşah Alaüddin Tekiş (1172-1200) bozkırlar bölgesine el atarak Kanglı ve Kıpçak gibi diğer Türk boyları ile kendini takviye ihtiyacını duydu. Bununla beraber, az sayıda da olsa, Harezmşahlar ordusunda hizmet gören Karluklar’ın, Türkistan’da ve Karahanlı tabiiyetinde olmak üzere bir beyliğe sahip bulundukları anlaşılıyor. Moğol istilası başladığı sıralarda (1215) merkezi Kayalıg (İli Nehri’nin doğusunda) olarak, devam eden bu beyliğin başında II. Arslan Han vardı. Arslan Han, Uygur İdi-kut’u Barçuk ile birlikte bütün Asya ülkelerini baştan başa çiğneyen Moğollar’ın hükmü altına girmiştir. Cengiz'e itaat eden ilk Müslüman hükümdar olup, 1221’de ölen bu Karluk “hanı”nın oğluna da, Özkent şehri verilmişti. Cengiz zamanı Moğol devleti idaresinde vazife almış Karluklar görülmektedir. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Karahanlılar (840-1212) Ptsi Kas. 17, 2008 5:27 pm | |
| Karahanlılar Devleti'nin Kuruluş ve Gelişmesi
Karahanlılar tabiri, doğu ve batı Türkistan'da hüküm sürmüş olan ilk İslami Türk sülalesine, Avrupalı oryantalistler tarafından unvanlarındaki -kara- "kuvvetli" kelimesinin çok sık geçmesinden dolayı verilen bir isimdir. Bu sülale için ilmi eserlerde kullanılan diğer bir isim, yine karakteristik bir unvandan dolayı, ilek (ilig) -hanlar tabiridir. Ayrıca bu sülale çağdaş İslam kaynaklarında "al-Hakaniye, el-Haniye ve al-Afrasiyab" gibi isimlerle de anılmıştır. Onların menşei hakkında yedi muhtelif nazariye vardır. Karahanlılar tarihi üzerinde başlıca otorite O. Pritsak bu sülaleyi, A-shi-na hanedanının bir kolu olan Karluk hanedanına bağlamaktadır.
840'da Uygur Devletinin Kırgızlar tarafından yıkılması üzerine Karluk Yabgusu kendisini bozkırlar hakiminin kanuni halefi ilan ederek Karahanlılar Devleti'ni kurdu. Bu devlet ülke ve milleti ikiye bölen Altay sistemine uygun olarak iki kağan idaresinde iki kısma ayrıldı. Arslan Kara Hakan unvanını taşıyan doğu kısmının hakimi büyük kağan, bütün Karahanlıların hükümdarı idi ve Kara-Ordu'da yerleşmişti. Bugra Kara Hakan unvanını taşıyan batı kısmının hakimi ise ortak kağan olarak önceleri Taraz'da oturuyordu. Bu iki kağandan başka devlet idaresinde dört alt-kağan ile altı hükümdar vekili yer alıyordu.
Bu hükümdarlar zümresi aynı hanedana mensup idiler ve birbirine bağlı olarak kademe kademe yükselmekte idiler. Bu konu ile ilgili başka bir görüşe göre Karahanlıların Türk devlet sistemine uygun olan "ikili teşkilat" esasına göre idare edildiği ileri sürülmüştür. Buna göre; devlet doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılmıştı. Doğu kısmının hakimi büyük kağan, bütün Karahanlıların hükümdarı idi.
Batı kısmı ise büyük kağanın yüksek hakimiyetini tanımak kaydıyla bir başka hanedan azası tarafından idare ediliyordu. Devletin her iki kısmında "il" deyimi ile ifade edilen muhtelif vilayetler ise, hanedana mensup şehzadeler veya askeri valilerin idaresine veriliyordu. 1041-1042 yıllarında devlet, doğu ve batı olmak üzere iki Karahanlı devletine ayrıldıktan sonra da, her iki devlette bu ikili teşkilat geleneği bir süre daha devam etmişti.
*Satuk Buğra Han
Karahanlılar'da tesbit edilebilen ilk kağan, Bilge Kül Kadır Han, Samaniler ile mücadele etmiştir. Onun iki oğlundan Arslan Han Bazır büyük kağan sıfatıyle Balasagun'dan, Kadır Han Oğulcak ise ortak-kağan olarak Taraz'dan devleti idare ettiler. Samanilerden İsmail b. Ahmet (892-894) uzun bir kuşatmadan sonra Taraz'ı zaptetmişti (Mart 893). Bu durum karşısında Oğulcak merkezini Kaşgar'a naklederek Samani hakimiyeti altındaki bölgelere akınlara başlamıştır.
Onun yeğeni Satuk'un, Karahanlılara sığınmış Ebu Nasr adlı Samani şehzadesi veya İslam sufi vaizleri ile karşılaşması, İslam dinini kabulüne sebep olmuştur. Satuk amcasına karşı taht mücadelesini kazandıktan sonra kendi devleti içinde İslamiyeti resmen kabul etmiştir (X. yüzyılın başı). Bu olay batı Karahanlıların durumunu değiştirdi. Satuk Buğra müslüman ismi olarak Abdülkerim'i almıştı. O, Doğu Karahanlılarına karşı mücadele de etrafında cihat için toplanan müslüman gönüllülerden de istifade etmişti. Satuk 955-6 yılında öldü ve Kaşgar'ın kuzeyindeki Artuç'da gömüldü.
Satuk'un oğlu Musa (Baytaş), doğu kağanı Arslan Hanı mağlup ederek sülalenin bu kolunu ortadan kaldırmış ve bütün Karahanlı Devleti'ni de İslamlaştırmaya muvaffak olmuştur (960). Bundan sonra İslam dininin Türkler arasında yayılmasını temin etmek artık bir cihad mahiyetini almıştı. Musa zamanında komşu sahalara da cihat açıldı. Musa'nın yerine geçen oğlu Ebu'l-Hasan Ali'nin bu savaşlardan birinde şehit düşmüş olması muhtemeldir (998). Devletin batı kısmını idare etmekte olan Ebu Musa el-Hasan (Harun) b. Süleyman 990'da İsficab'ı zaptetmiş ve sonra da Samanilerin başkenti Buhara'ya girmiştir (Mayıs-Haziran 992).
Buğra Han hastalanarak bu şehri terketmek zorunda kaldı. Onu bu şehirden ayrılışında muhtemelen Samanilerin yardımına gelen Arslan b. Selçuk'un idaresindeki Oğuzların da rolü olmuştur. Harun Kaşgar'a dönerken yolda ölmüştür.
998'de ölen büyük kağan Ali'ye halef olan oğlu Ahmet, Karahanlı hükümdarı içinde Abbasi halifesini ilk tanıyandır. Onun zamanında Samaniler ve öteki vasalları ile münasebette olan ve batı kısmını idare eden kardeşi Ebu'l-Hasan Nasr b. Ali idi. Nasr 999 yılında Buhara'yı zaptetti ve Samani hanedanı mensuplarını Özkent'e götürdü.
Daha sonra Özkent'ten kaçan Samani şehzadesi İsmail el-Muntasır'ın, devleti yeniden canlandırmak için giriştiği teşebbüsler başarısız kaldı ve ölümüne sebep oldu (1000-1005). Nasr b. Ali'nin Gazneli Sultan Mahmut (998-1030) ile yaptığı anlaşmada ise iki devlet arasında Amu-Derya (Ceyhun) nehri hudut olarak tesbit edilmişti (1001).
*Ali Tegin ve Karahanlı Devleti'nin Bölünmesi
Gazneli Sultan Mesut tahta geçmeden önce Ali Tegin'den yardım istemiş, buna mukabil ona Huttal'i vadetmişti. Ancak Mesut Gazneliler tahtına çıktıktan sonra sözünde durmadığı gibi, Maveraünnehr'i Ali Tegin'den alarak oraya Buğra Han Mahmut b. Yusuf'u yerleştirmeye karar verdi. Ali Tegin'e karşı Harezmşah Altuntaş idaresinde bir kuvvet gönderdi.
Altuntaş, Ali Tegin'le Debusiye'de savaştı ve ağır bir şekilde yaralanmış olmasına rağmen müsait bir anlaşma yapmayı başardı (1032). Diğer taraftan Altuntaş'ın halefi Harun ise Sultan Mesut'a karşı Ali Tegin ile anlaştı (1034).
Ali Tegin'in aynı yıl içinde ölümünden sonra, yerine oğlu Yusuf geçti. Yusuf Harezmşah Harun ile birleşerek Tirmiz'i muhasara etti, fakat Harun'un bir suikast sonucu ölümü, onun geri çekilmesine sebep oldu (1034). Bu sırada müttefiki Selçukluları da darıltmıştı. Yusuf bundan sonra anlaşmak için Sultan Mesut 'a müracaat etti.
O Huttal'dan vazgeçiyor ve kendisini Arslan Han Süleymen b. Yusuf ile barıştırması için Mesut'un aracı olmasını istiyordu. Ayrıca iki hanedan arasında tekrar evlenme yolu ile akrabalık tesis edildi. Yusuf'un durumunu tehliye sokan, Nasr b. Ali'nin iki oğlu Muhammet ve Böri Tegin İbrahim'in meydana çıkışı olmuştu.
Muhammed b. Nasr 428/1036-37'de Özkentte sağlam bir şekilde yerleşmeye muvaffak oldu. Böri Tegin İbrahim'in Vahş ve Huttal gibi şehirlere akınlar yapması üzerin, Sultan Mesut ona karşı kuvvet sevketti, ancak bir netice elde edemeden geri döndü (1038-1039).
İbrahim Türkmenlerden de yardım alarak Ali Tegin-oğullarını elinde bulunan Kiş, Soğd ve Buhara'yı zaptetti. Ali Tegin-oğulları ise Yusuf Kadır Han'ın oğullarının yanına sığındılar. Muhammet büyük hakan unvanı alarak kardeşi İbrahim ile kendilerini Yusuf Kadır Han kolundan ayırmışlar ve bu suretle aşağı yukarı 1041-1042'den itibaren doğu ve batı olmak üzere iki Karahanlı Devleti ortaya çıkmıştır.
Batı Hanlığı; Maveraünnehr ve Hocend'e kadar batı Fergana'yı içine almakta idi. Büyük kağanın baş şehri önceleri Özkent, sonra Semerkand olmuştu. Doğu Hanlığının hudutları içinde Talas, İsficap, Şaş, Doğu Fergana, Yedi-su ve Kaşgar bulunmakta idi. Bu hanlığın başkenti Balasagun idi. Doğu Hanlığının din ve kültür merkezi Kaşgar idi.
*Doğu Karahanlılar Devleti
Bu devletin ilk büyük kağanı Şeref ed-Devle Ebu-Şuca Süleyman b. Yusuf'tur. Bu devlete mensup hanedan azası 1043-44 yılında bir toplantı yaparak, faaliyet sahalarını tesbit ettiler. Bunlar Fergana bölgesinin bir kısmı ile Özkenti de ele geçirdiler. Bulgar ile Balasagun arasında yaşayan on bin çadırdan meydana gelen bir Türk boyu Eylül-Ekim 1043'de İslam dinini kabul etti. Süleyman adil bir hükümdar idi ve devleti içinde müslüman olmayan Türklerin de emin olarak hayatlarını devam ettirmesine izin vermişti, fakat kardeşi Muhammet ile anlaşmazlığa düştü. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Geri: Şanlı TÜRK Tarihi Ptsi Kas. 17, 2008 5:28 pm | |
| Muhammet onu hapsettikten sonra büyük kağanlığını ilan etti, fakat o da onbeş ay sonra yerini büyük oğlu Hüseyin'e bıraktı (1057-58).Diğer taraftan Muhammet'in ikinci eşi, oğlu İbrahim'i tahta çıkarabilmek için, kocası Hüseyin dahil ailesinin birçok ferdini bir komplo ile ortadan kaldırdı. Bu suretle İbrahim tahta çıktı.
Bu sırada Batı Karahanlılardan büyük kağan, I.İbrahim b.Nasr Fergana'yı zaptetti. Doğu Karahanlılar Devleti hükümdarı İbrahim ise, ailenin başka bir ferdi tarafından öldürüldü ve onun yerine Mahmut b. Yusuf büyük kağan oldu. Mahmut, ortak hükümdar el-Hasan b. Süleyman ile birleşti ve Batı Karahanlılara kaybedilen toprakları geri almak için birlikte harekete geçtiler. Neticede iki taraf arasında Sir Derya (Seyhun) hudut olmak ve Fergana doğu Karahanlılara bırakılmak suretiyle bir anlaşma yapıldı.
ahmut'un yerine oğlu Ömer geçti ise de, ancak iki ay saltanat sürebildi. Bugra Han el-Hasan b. Süleyman onu yakalayarak büyük kağan oldu (1075). Kırk bin müslüman savaşçıdan oluşan Karahanlı ordusunun 700.000 gayr-i müslime karşı kazandığı büyük zafer muhtemelen bu son iki hükümdar zamanında vuku bulmuştur.
Selçuklu sultanı Melikşah Özkent'e kadar ilerlediği zaman, el-Hasan (veya Harun) onun hakimiyetini tanımak zorunda kaldı. Kısa bir süre sonra Hasan'ın kardeşi Yakub Semerkand tahtına geçti. Hasan bu isyanı bastırdı ise de, kardeşini Sultan Melikşah'a teslim etmedi. Melikşah tekrar Özkent'i zaptedince, Hasan itaatini bildirerek, oğlu ile birlikte, Yakub'u ona yolladı (1090). Bu sırada Tuğrul b. Yinal,el-Hasan'ı esir etti. Melikşah bu durumda, Tuğrul'a karşı, Yakub ile anlaştı.
Muhtemelen bundan sonra el-Hasan, Tuğrul'un elinden kurtulmuştur. Onun halefi ve oğlu Ahmed 1128 yılında Kara-Hıtayları Kaşgar şehrinden birkaç günlük mesafede tam bir hezimete uğratarak, onların batıya doğru ilerlemelerini bir süre için durdurdu. Ahmed'in yerine geçen oğlu II. İbrahim rakiplerine karşı koyabilmek için Kara-Hıtaylardan yardım istemişti. Kara- Hıtaylar Balasagun'u zaptettiler ve "İlig-i Türkmen" unvanını İbrahim'e bıraktılar. Doğu Karahanlıların başkenti ise Kaşgar oldu.
Kara- Hıtaylar İbrahim'i isyan eden Karluklar üzerine gönderdiler (1158) ve o muhtemelen bu savaşların birinde şehit düştü. Onun Arslan Han unvanını taşıyan iki halefi oğlu II. Muhammet ve torunu Ebu'l-Muzaffer Yusuf (Şubat- Mart 1205) idi. Doğu Karahanlıların, Kara-Hıtayların yanında rehin olarak bulunan, son temsilcisi Ebu'l Feth Muhammet b. Yusuf ise Kaşgar'a dönerken, bu şehre ulaşmadan çıkan bir isyan sonucu öldürülmüştür (1210-11).
*Batı Karahanlı Devleti
Karahanlı Devleti ikiye bölündüğü sırada Batı Karahanlıların ilk büyük kağanı olan I. Muhammed b. Nasr Özkent'te oturmuş ve muhtemelen 1052-53 ylı civarında ölmüştür. Ona kardeşi Ebu İshak I.İbrahim halef oldu ve Özkent'e gitmeyerek Semerkant'ta oturdu. Bu suretle Batı Karahanlıların başkenti Semerkant oldu. İbrahim, devletini ideal bir hükümdar olarak idare etmiştir. Doğu Karahanlılardan Şaş, İlag gibi hudut şehirleri ile Fergana'nın bir kısmını aldı. Buna mukabil Seçuklu Sultanı Alp Arslan (1064-1072), Karahanlılar sahasına akınlara başlamıştı.
İbrahim'in bu durumu Abbasi Halifesine şikayeti bir sonuç vermedi. Yerine oğlu Şems'ül-Mülk I. Nasr (1068-1080) geçti. Ona karşı hanedanın başka bir azası isyan etti. Bu fırsattan yararlanan Doğu Karahanlılar I. İbrahim'in zaptettiği yerleri geri almaya çalıştılar. Neticede bir barış yapıldı. Sultan Alp Arslanı Maveraünnehr seferi, kendisinin ölümü sebebiyle tamamlanamadı (1072).
Nasr onun ölümünden yararlanarak Tirmiz'i zaptetti. (Aralık 1072) ve Belh'e kadar ilerleyerek bu şehri yağmaladı. Selçuklu Sultanı Melikşah Karahanlılara karşılık vermek için harekete geçti. Tirmiz'i aldıktan sonra Semerkant'a ilerledi. Nasr karşı koyamayacağını anlayınca Selçuklu veziri Nizam'ül Mülk aracılığı ile barış istedi Sultan Melikşah onu affetti, hatta iki hanedan arasında akrabalık tesis edildi. Nasr'a kardeşi EbuŞuca el-Hızr halef oldu (1080).
Daha sonra, el-Hızr'ın yerine oğlu Ahmet (1081-89) geçti. Ahmet ile anlaşmazlığa düşen ulema Sultan Melikşah'tan yardım istediler. Melikşah Semerkant'ı zaptederek, Ahmet Hanı esir aldı ve beraberinde İsfehan'a götürdü (1088-89). Ancak Selçuklu hakimiyetine karşı çıkan isyan sonucu Melikşah bir kere daha Maveraünnehr seferine çıkmak zorunda kaldı (1090). Bu sefer dönüşü Melikşah, Ahmed'i yurduna iade etti. Böylece Karahanlılar Selçuklu Devletine bağlanmış oldu. Tekrar devletin başına geçen Ahmet ulema tarfından zındıkılıkla itham edilerek, açık bir muhakemeden sonra idam edildi (1095). Onun yerine tahta I.Mesud b. Muhammed geçirildi.
Onun saltanat devri hakkında hiçbir bilgi yoktur.Bundan sonra Selçuklu Sultanı Berkyaruk, Batı Karahanlılar tahtına arka arkaya üç hükümdar tayin etti. Bunlardan üçüncüsü Cibrail b. Ömer (Harun), Selçukluların fetret devrinden istifade ederek Horasan'ı ele geçirmek istedi, fakat bu sırada Horasan valisi bulunan Sencer Tirmiz için yapılan savaşı kazanmış ve esir düşen Kadır Han Cibrail idam edilmiştir (22 Mayıs 1102). Kazandığı bu zaferden sonra Sencer'de Maveraünnehr'i yeniden teşkilatlandırdı.
Yeğeni Arslan Han II. Muhammet b. Süleyman (1102-1129)'ı büyük kağan unvanı ile Semerkant'ta tahta çıkardı. Arslan Han Muhammed'in bastırdığı paralardan Sencer'in ismi geçmektedir. Sencer ayrıca Buhara Hanefilerinin başına da "el- Sadr" unvanıyla diğer eniştesi Abdülaziz b. Maza'yı getirdi. Sencer bu suretle Karahanlı hanedanı ile ulema arasındaki mücadeleyi önlemek istemişti.
II. Muhammet, saltanatı sırasında Ömer Han ve el-Hasan b. Ali adlarındaki hanedan azlarını isyanlarını Sencer'in yardımı ile bastırabildi. Hasan b. Ali 1109'da Nahşeb'de hezimete uğratıldı. Muhammed henüz İslan dinini kabul etmemmiş Türklere de akınlar yapmıştır. Bir isyan neticesi Selçuklu Sultanı Sencer'i yardıma çağırmış, fakat isyanın bastırılması üzerine Sencer'e gelmemesi için haber yollamıştı.Bu Sencer'in kızmasına ve bir anlaşmazlığa sebep oldu. Sencer Semerkand'ı zaptederek Muhammed'i esir aldı. Muhammet 1132'de Merv'de öldü.Oğlu II: Ahmed bir süre Sencer'e karşı direndi.
Sencer Batı Karahanlılar tahtına ardı ardına üç hükümdar tayin etti. Bunlardan sonuncusu II:Mahmud b. Muhammed (1132-41), Kara-Hıtaylar ile Hıcent yakınında yaptığı savaşı kaybederek Semerkand'a kaçtı (1137). Daha sonra Karluklular ile arasında anlaşmazlık çıktı. O, Sultan Sencer'den yardım isterken, Karluklar da Kara-Hıtaylara başvurdular. Sencer ve Mahmud 9 Eylül 1141'de Katvan sahrasında Kara-Hıtaylara yenildiler. Daha sonra Kara-Hıtayların himayeleri altında Mahmud'un kardeşi III.İbrahim kağan oldu. İbrahim, Karluklar ile yaptığı Kallabaz Savaşında öldürüldü (1156).
*Fergana Kaganlığı
Kara-Hıtay istilasından sonra (1141), Fergana bölgesinde başkent Özkent olmak üzere müstakil bir karahanlı Devleti meydana gelmiştir. Bu devletin hükümdarları Tuğrul Kara Hakan ünvanı taşımışlardır. Onların bu ünvanlarında Türk kelimesinin de kullanıldığını görüyoruz. Karahanlıların bu kolu muhtemelen 1211 yılında sona ermiştir.
*Kültür ve Sanat
Karahanlılar devrinde Türkler arasında geniş bir ilim ve kültür faaliyeti mevcuttu. Bu devletin hakim olduğu bölgeler eski kültür sahalarının içinde bulunuyordu. Batı Karahanlılar İran-İslam kültürünün, doğu Karahanlılar ise Çin ve Uygur kültürlerinin tesiri altında idi.
Bütün bunlara rağmen Karahanlılar devrinde sadece İslam kültürü gelişmekle kalmamış, özellikle Doğu Karahanlılar'ın hakimiyeti altındaki bölgelerde Türk kültürünün bir Karahanlı devri yaratılmış, Türkçe edebi bir dil olmuş ve ilk defa bir Türk-İslam edebiyatı meydana gelmiştir. Bu edebiyat Uygur ve Arap harfleri ile yazılmıştı. Diğer taraftan Karahanlılar, Gazneli ve öteki devlet sultanlarına Uygur harfleri ile Türkçe yazmışlardır. Bu yazışmaları idare eden memurlara Türkçe "Alımga" denmekteydi.
Doğu Karahanlılar zamanında Kaşgar şehri, bir kültür ve dini merkez olarak gelişmişti. İşte o sırada bir çok Türkçe eserler yazıldığı muhakkaktır. O zamandan kalan başlıca eser 1069/1070 yılında Yusuf Has Hacib tarafından yazılmış olan "Kutadgu Bilig"dir. Bu eser İslam devrinin Uygur ve Arap harfleri ile Türk dilinde yazılmış en eski abidesidir ve ideal devlet idare sisteminin ne olduğundan bahsetmektedir.
Yine bu devredeki başka bir alim Ebu'l-Füuth Abdulgafir b. El-Hüseyin el-Almai, (ölümü 1096) bugüne kadar ulaşmayan "Tarih-i Kaşgar" adlı bir eser yazmıştır. Öte taraftan Mahmud el-Kaşgari'nin eseri olan "Divan-ı Lugat it-Türk" de 1073-1077 yıllarında Bağdad'da yazılmış olmasına rağmen muhtemelen bu kültür çevresinin bir ürünüdür.
Muhtemelen Doğu Karahanlı büyük kağanı Muhammed b. Yusuf Kadir Han'ın torunu olan Kaşgarlı Mahmud bu eserinde, Bizans hududundan Çin hududuna kadar muhtelif Türk kabilelerinin lehçelerinden örnekler vermiş, Türk ilinin coğrafyasına, Türk iktisadi ve sosyal hayatına ve inançlarına ait değerli bilgiler bırakmıştır. Ayrıca eserinde bize ulaşmayan edebi eserlerden, eski destan ve halk edebiyatından örnekler vermiştir.
*İmar Faaliyetleri
Karahanlılar devri imar faaliyetleri bakımından da parlak geçmiş bir çok saraylar, camiler, medreseler, köprüler, kervansaraylar yapılmıştır. Camiler önce kerpiçten, sonraları kerpiç ve tuğladan ve nihayet sadece tuğladan yapılmışlardı. II. Muhammed b. Süleyman devrinde (1102-1130) Buhara'da büyük bir imar faaliyeti başlamış.
Bu dönemde yaptırılan camilerin bugün sadece minareleri ayakta kalmıştır. Nitekim Karahanlıların mimariye getirdikleri en büyük yenilik bu abidevi minarelerdir. Aynı şekilde türbe mimarisinde de gelişmeler görülmüştür. Süsleme örneklerinden başka abidevi ölçülerde yapılan kapılar birer büyük sanat eseri olarak dikkati çekmektedirler.
Karahanlılar döneminde yaptırılan kervansaraylar daha sonra dönemleri önemli ölçüde etkilemiştir.Karahanlılar, Budist Uygurlara ve diğer İslam dışı unsurlara karşı İslami korumak ve yaymak için mücadele etmişlerdi. Ayrıca İslami unsurları kendi geleneklerine uydurarak bir Türk-İslam kültür ve medeniyetinin temsilcileri olmuşlardı. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 668 Kayıt tarihi : 14/11/08 Yaş : 36 Nerden : Denizli
| Konu: Türkler ve Yüce Dinimiz İslam Ptsi Kas. 17, 2008 5:29 pm | |
| Türkler ve Yüce Dinimiz İslam İslamiyet Ruhumuz , Türklük Bedenimiz..!
İslamın Türkler Arasında Yayılmaya Başlaması
Müslümanlığın, Türkler arasında yayılmaya başlaması önceleri İslam Devletinin hakimiyeti altına giren Türk Ülkelerinde olmuştur. Bunların başında Kuteybe b. Müslim tarafından kısmen fethedilmiş olan Maveraünnehr gelir. Kuteybe fethettiği bölgelerde bir taraftan askeri hakimiyetin tam manasıyla yerleşmesi için tedbir alırken, diğer taraftan da İslam dininin yayılması için gayretler sarfediyordu. Nitekim, Buharanın kesin olarak alınmasında ve içine bir müslüman garnizonunun yerleştirilmesinden sonra 713 yılında bir de cami yapılmıştır. Diğer taraftan Maveraünnehrin ikinci büyük şehri Semerkant'ın teslim şartları kararlaştırılırken burada bir caminin yapılmasına karşı konulmaması hükme bağlanıyordu. Kuteybe caminin inşasına bizzat nezaret ediyor ve yerli halkın herhangi bir taşkınlığına meydan vermemek için sıkı tedbirler alıyordu.
Bütün bu gayretlere rağmen halk arasında İslamiyetin fazla kabul görmediği, Cuma günleri halkı camiye çekebilmek için para ödülü verileceğinin vadedilmesinden anlaşılmaktadır. Kuteybe b. Müslim askeri başarılarını, fethettiği bölgelerde İslam dinini yayma hususunda gösterememiştir. Bunda Kuteybe'nin tutumundan ziyade Emevi hilafetinin takip ettiği Arap taraftarı politikasının tesiri olmuştur. Fethedilen bölgelerde İslamiyeti kabul etmiş olan fakat Arap olmayan unsurlar devletin gelirlerini artırmak gayesi ile her türlü vergiyi ödemekle mükellef idiler. Seferlere piyade olarak katılıyorlar ve Arap süvarilerinden daha az maaş, aynı zamanda ganimetten daha az pay alıyorlardı. Bu tutum müslümanlığın yayılmasına engel oluyordu. Halife I.Velidin ölümünden (715) sonra hilafete geçen Süleyman zamanında (715-717) Horasan Valisi Yezit b.Mühelleb, Cürcan üzerine yürüyerek burasını zaptetmiş ve bölgenin hükümdarı Sûl-tegini esir almıştır. Sûl-tegin daha sonra müslüman olarak adamları ile birlikte Yezit'in hizmetine girmiştir. Ancak bu tek olay ile Cürcan bölgesinin tamamının müslümanlığı kabul etmiş olduğunu göstermez.
Talas Savaşı (751)
Abbâsî hanedanının hilafete geçmesi ile hemen bütün cephelerde olduğu gibi Türklerle yapılan mücadeleler de hızını kaybetmiş veya tamamen durmuştur. Abbâsîlerin iktidara geldikleri sıralarda Doğu'daki gelişmeler, bir asırdan beri devam eden Türk-Arap mücadelelerini yeni bir şekil almasına sebep olmuştur. Mâverâünnehr'de Türk-Arap mücadelelerinin devam ettiği sırada bazı Türk beyleri bu yeni düşmana karşı Çin'den yardım istemişlerdir. Türkistan'da hakimiyet kurmak için bu daveti fırsat bilen Çin, 747 yılında büyük bir ordu ile Batı'ya doğru ilerlemeye başlamıştır. Ancak Çin'i sert tutumu ve bilhassa Taşkent beyi Bagatur Tudun'un öldürülmesi bu seferde Türkleri Abbâsîlerin Horasan vâlisi Ebû Müslim'den yardım istemeğe sevketti. Ebû Müslim yardım teklifini derhal kabûl ederek Ziyâd b. Salih kumandasında bir orduyu Çin kuvvetlerine karşı gönderdi. Türk-Müslüman müttefik kuvvetleri 751 yılında Talas suyu kenarında bugünkü Alma-ata yakınında Çin kuvvetleri ile karşılaştı. Temmuz 751'de beş gün devam eden çetin savaşta Çinliler ağır kayıplar vererek savaş meydanını terkettiler. Talas Savaşı Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktasıdır. Bu savaşla, yıllardan beri devam eden savaşlar yerini sulh devresine terketmiştir. Artık, Türkler ile Araplar arasında çetin savaşlar olmuyor, bunun yerini ticarî münasebetler alıyor ve İslâm dini Türkler arasında yavaş yavaş tanınıp yayılmağa başlıyordu.
İlk Müslüman Türkler
IX. asrın ortalarından itibaren gelişen askerî, ticârî ve dini münâsebetler neticesinde Türkler büyük gruplar halinde birbiri arkasından Müslüman olmağa başladılar. IX. Asrın ikinci yarısında Sâmânîlerin hâkimiyetine geçmiş olan şehirlerin (Talas, İsficâb) halkının çoğunluğunun Müslüman olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak büyük rakamlara ulaşan din değiştirmeler X. asırda başlamıştır. Nasr b. Ahmed'in Talas seferi ve İsficab beglerinin faaliyetleri sonunda Balasagun'un batısındaki Ordu şehrinde oturan Türkmen meliki İslam'ı kabul etmiş ve İsficâb beylerine vergi vermeye başlamıştır. Türk boyları arasında kalabalık bir grup halinde Müslümanlığı ilk kabul edenler, Balasagun ile Talas'ın doğusundaki Mîrkî kasabasında oturan Türkmenler olmuştur.
İtil Bulgarları Türk devletleri arasında İslam dinini devlet dini olarak kabul eden ilk devlet İtil (Volga) Bulgarlarıdır. Bulgar hakanı Almuş 920- 921 yılında Bağdat Abbasi halifesi el-Muktedir-bi'llah'a bir elçi heyeti göndererek İslam dinini öğretecek fakihler, ülkesinde camiler ve istihkamlar yapacak ustalar ile yardım olarak para gönderilmesini istemişti. Halife el-Muktedir, Bulgar hakanının bu isteğini kabul etmiş ve istediği eleman ve parayı Haziran-Temmuz 921 tarihinde Bağdat'dan yola çıkarmıştır. Bu heyet yetmiş günlük bir seyahatten sonra Bulgarların başşehri Bulgar'a varmıştır. Bu heyete katip olarak katılan İbn Fadlan seyahat hatıralarını küçük bir kitap halinde kaleme almıştır. Bu eser günümüze intikal etmiştir. İbn Fadlan'ın verdiği bilgilerden Bulgarlar arasında Müslümanlığın IX. Asrın sonlarına doğru yayılmaya başladığı anlaşılmaktadır. X.asrın başlarında Bulgarların ülkesinde mescitler yapılmış ve böylece İdil havzasında İslamiyet kök salmıştır. Bulgar hakanı Almuş da muhtemelen elçi heyetinin Bağdat'dan gelmesinden önce X. Asrın ilk yıllarında müslüman olmuştur. İslam ülkesine komşu olmamakla beraber Bulgarların devlet dini olarak Müslümanlığı kabul etmelerinde Harezmli tüccarların rolü çok büyük olmuştur.
Hazarların Müslümanlığı
İslam orduları hemen bütün cephelerde başarılı neticeler alarak ülkeler feth ederken Hazarlar ile girişilen savaşlarda aynı neticeler alınamamıştır. Gerçi Arap orduları bazı seferlerde galip geldiler ise de toprak kazanamadılar. Halife Ömer zamanında başlayıp Harun el-Reşid devrine kadar fasılalarla devam eden Arap-Hazar mücadelelerinde her iki taraf da ezici bir üstünlük sağlayamamıştır. Hazarlar arasında Müslümanlığın yayılması bu karşılıklı savaşların sona ermesinden sonra başlayan sulh devresinde ve bilhassa ticari münasebetlerin gelişmesinden sonra gerçekleşmiştir. Mervan b. Muhammed'in (737) yılında Hazar başkenti İtil'i zaptıyla neticelenen seferinin sonunda, Hazar hakanının Müslümanlığı kabul etmesi şartıyla ülkeyi terk edeceğini bildirmesi üzerine hakan çaresiz bu teklifi kabul etmek zorunda kalmıştır. Ancak Mervan çekildikten sonra hakan sözde kabul ettiği Müslümanlığı terk etmiş olmalıdır. Çünkü IX. asrın ilk yıllarında hakan ve ailesi Museviliği kabul etmişlerdir. Bununla beraber yapılan anlaşmanın bir şartına göre Mervan, Nuh b. Sabit el-Esedî ile Abdurrahman el-Hulânî adında iki fakihi Hazarlara İslam dinini öğretmeye memur ederek İtil'i bıraktı. Bu iki fakih az da olsa Hazarlar arasında Müslümanlığın yayılmasına hizmet etmişlerdir. X. asrın ilk yıllarında (903) eserini yazmış olan İbn Rusteh, Hazar başkenti İtil'de çok sayıda Müslüman, mescid, imam ve müezzinler bulunduğunu belirtmektedir. İbn Fadlan ise bu bilgilere ilâve olarak hakanın Müslümanları himâye ettiğini ve onların işlerini takip etmek için hususî memurlar tâyin ettiğini bildirmektedir. Hakan ve devlet erkânının Musevi olmalarına rağmen diğer din mensuplarına da müsamahalı davranmaları neticesinde, X. asrın ikinci yarısında Hazar başkentinde 30 câmi ve 10.000 kadar Müslümanın bulunduğu, onların davalarına iki Kadı'nın baktığı devrin kaynaklarınca ifade edilmektedir. Fakat aynı yıllarda kuzeyden gelen Rusların devamlı saldırıları Hazar Devleti'nin zayıflamasına ve daha sonra da yıkılmasına sebep olmuştur. Rus idâresine girmeği kabul etmeyen Müslümanlar diğer İslam ülkelerine göç etmişlerdir. Türklerden İslâmiyeti kabul eden ikinci büyük grup ise Karahanlılardır. Karahanlıların sonra üçüncü Müslüman Türk devleti, başşehri Gazne olan Gazneliler Devleti'dir. Bu devlet Sâmânîlerin kumandanlarından Alp-Tegin tarafından 963 yılında kurulmuştur. X. asrın başlarında Oğuzların elinde bulunan Yenikent, Huvâre ve Cend gibi şehirlerde ve ayrıca Kârlukların idaresinde bulunan bazı şehirlerde Müslüman kolonileri bulunuyordu. Bu koloniler bulundukları bölgelerdeki Türkler ile iyi münasebetler kurmuşlardı. Oğuzlar, medenî seviyesi yüksek olan bu Müslümanlardan İslam dininin esaslarını öğreniyorlardı. Diğer taraftan Mâveraünnehr ve Harezm'den büyük ticari kervanların en uzak ülkelere seyâhat edebilmesi için bir Türk ile dostluk kurması gerekiyordu. Ayrıca Müslüman derviş ve şeyhlerinin de bu arada tüccarlarla birlikte Türk ülkelerine giderek İslamiyeti tanıtmaya çalıştıklarını ilâve etmeliyiz. | |
| | | | Şanlı TÜRK Tarihi | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|